DÜNYAYI DEĞİŞTİREBİLİRİZ. DÜNYANIN KİRLERİNİ TEMİZLEMEK İÇİN, TÜM SÜPÜRGELER BİRLEŞİN... süpürge temizlenmek ve temizlemek isteyen tüm alınteri sahiplerine açıktır.gündem işçi,sendika ve sınıf siyasetidir.varoluşumuzun birlikteliğimizde olduğu bilinciyle,süpürgemizi en pürüssüz temizlik için büyütmeliyiz.tüm işçi sınıfı ve sektörlerin yer alacağı ama temelde çağrı merkezi sömürüsü ve kirlerini temizlik listesinin başına koymuş bulunmaktayız. kolay gelsin.

26 Kasım 2008 Çarşamba

ufuk çizgisi okuyun-http://www.ufukcizgisi.org/index.php?in=84&p=2192

Sadece teni siyah!..

Sadece teni siyah!..
Aylardır dünyaya da dert olan Obama sendromu nihayet “mutlu sona”erdi. Önümüzdeki yıllarda dünyanın“kaderini” etkileyecek yeni politika ve stratejilerin nasıl şekilleneceğinin ipuçlarını vereceği için herkesin gözünü diktiği bu seçim, son günlerin en revaçta konusuydu (1).

Bu “büyük oyun”a bağış adı altında büyük meblağlar yatıran ve bu yüzden de sonuçları üç aşağı beş yukarı çantada keklik görecek kadar emin olanların dışında, dünyanın her yanından adeta nefeslerin kesilerek izlendiği bu seçim, nihayet tamamına erdirildi. (2) Irkçılıkla tescilli Amerikan toplumunun “siyahi” Afrikalıyı başkanlığa taşıyacak kadar “çıkışsızlık” ve “değişim” arayışı içinde olduğu da böylelikle açık bir biçimde görüldü.

Şimdiye kadar uygulanan ekonomik politikaların salt işçi ve emekçileri değil giderek orta sınıfları da bezdirdiği, işsizlik oranının 40 yıldır görülmeyen yeni bir düzeye çıktığı, en demokratik ülke olmasıyla çok övünüldüğü halde hangi koşullarda işkence yapılabileceğine dair genelgelerin çıkarıldığı, dünyanın her yanındaki işgal ve saldırganlığın başını çekmesiyle anılan ve Guantanamo utancının Amerikalı kimliğinin ayrılmaz bir parçası olarak algılandığı koşullarda Demokratlar, onlar içinde de Obama,“sosyalist olduğu” yönündeki iddialara rağmen ipi göğüsledi. (3)

Derisinin rengine rağmen Obama’nın başkan seçilmiş olması, ABD sınırları içinde “ileriye doğru” bir adım olarak görülebilir. O Amerikan toplumu ki, kapitalizmin insanları ne denli aptallaştırıcı, sadece belirli becerilerle donanmış, düzleştirici, okumuş cahiller üreten bir sistem olduğunu sergileyen bir vitrin olmasıyla ünlüdür. Basit manipülasyonlarla bile çok kolay yönlendirilebilen bu toplum, genlerine işlemiş gerici ve ırkçı önyargıların tutsağıdır. Kısacası, kapitalizmin nasıl bir insan ve toplum yarattığını görmek için insanın ABD’ye bakması -onun içinde çok sayıda bulunabilecek prototiplerden biri olarak McCain’in kendisine başkan yardımcısı olarak seçtiği Sarah Palin’e bakması- yeterlidir. Dolayısıyla, ABD için bazılarının “devrim” olarak niteledikleri bu gelişme, insanlık ve onun tarihsel birikiminin ulaştığı nokta açısından utanç verici bir geriliğin kutsanmasından başka bir anlama gelmez. Kaldı ki Obama, teni siyah ama geriye kalan her şeyiyle; programı, hedefleri, seçtiği başkan yardımcısı, çalışma ekibiyle beyaz bir Amerikalıdır!

Dış borcu 10 milyonu aşmış, borsalarında sadece tek bir günde 1 trilyon doların kaybedilebildiği ABD ekonomisi gerçekten de zor durumda; özellikle finansal olarak Çin’e, Japonya’ya, Körfez ülkelerinin petro-dolarlarına, velhasıl dünyanın diğer her yerinden kendisine akacak kaynaklara muhtaç. Bankalar, işletmeler batıyor, onbinlerce insan işini kaybediyor, borç-harç aldıkları evleri ellerinden uçup gidiyor. İşte bu yüzden, ABD’den başlayıp dünyaya yayılan, en fanatik kapitalizm savunucularının dahi korku içinde 1929 Bunalımı’na benzettikleri, Franklin D. Roosevelt’in ölümünden beri ekonomideki en ciddi 12. resesyon olarak açıklanan kriz koşullarında oyun öyle kurulmalıydı ki -her şey bir yana-, içte kriz denetim altına alınarak ekonomi restore edilebilsin, dışta ABD emperyalizminin güç kaybı biraz olsun frenlenip imajı yeniden parlatılabilsin. Amerikan toplumundan yükseldiği iddia edilen, fakat gerçekte Amerikan emperyalist burjuvazisinin düne kadar neocon politikaların ateşli destekçisi kimi kesimlerinin dahi üzerinde birleştikleri “değişim” sloganı ve demagojisinin arkasında yatan hedef işte budur!

Neden?
Nedenler çok çeşitli. Bunlardan iç -dış olarak tanımlanacak olanlar ve ekonomik-siyasi olarak değerlendirilenler günümüz dünyasında fazlasıyla iç içe ve birbirleri üzerinde zaman zaman tetikleyici, zaman zaman da frenleyici bir etkiye sahip. Söz konusu olan olağanüstü geniş ve hayli karmaşık bir ekonomi; ekonomik, siyasi, kültürel, askeri ve diplomatik bir ahtapot olunca, bu hem ABD’nin kendisi hem de onunla bir biçimde ilişkili (hasımları ve müttefikleri) bütün güçleri yakından ilgilendirmemezlik edemez. Konu, kollarını dünyanın her yanına yaymaya azimli ve bunu gücünün zirvelerinde dolaşırken büyük ölçüde başarmış, saldırgan, hegemonyasını dünyanın ağırlık merkezleri sayılan stratejik bölgeler üzerinde konuşturan, -özellikle de 11 Eylül sonrası- güvenlik paranoyasıyla sadece ülke dışında değil içinde de diken üzerinde oturan, ekonomik ve askeri olarak ne kadar devasa olursa olsun genç ve yükselen bir emperyalist değil, inişe geçmiş bir emperyalist -ABD emperyalizmi- olunca, hiçbir zaman sabit olmayan fakat özellikle içine girdiğimiz genel kriz ortamında sık sık değişen dengelerin hepsini bir bir ele almak gerekiyor.

ABD, “Amerikan rüyası”nın yatağıydı. ABD’nin özellikle ideolojik, sonra sırasıyla ekonomik, siyasal, kültürel ve askeri gücündeki zayıflama elbette bir günde ortaya çıkmadı. Fakat değişik dönemler açısından irdelenecek olursa, ABD’nin ideolojik çekim gücü başta olmak üzere “yumuşak gücü”nde ne zaman bir zayıflama olsa -tıpkı kapitalizmin yapısal krizlerinin ötelenmeye çalışılması gibi-, ne zaman eski katı ve muhafazakar, artık iyiden iyiye nefret edilen politikalar ve onlara can verdiği sanılan kişiliklerle idare etmek olanaksızlaşsa -bunu bir dönem de olsa ama mutlaka-, restore edecek bir figür sahneye sürülür. Bunun adı bazen Kennedy olur bazen Clinton, şimdi de Obama… Bazen de figürlerin yerini Amerikan toplumunu da “ulusal bir hedef” temelinde “birleştirmeyi kolaylaştıracak” Pearl Harbour ya da 11 Eylül gibi bir olay alır. (4)

Nasıl?
Obama’nın zaferinde kuşkusuz pekçok faktör etkili olmuştur. Fakat bunların başında, krizin etkilerini yaşamında her gün biraz daha fazla hisseden, dünyaya nizam vermeyi en vahşi ve insanlıkdışı yöntemlerle sürdüren emperyalist bir ülkenin halkı oldukları için de nefret ve tepkinin hedefi durumundaki ABD halkının çaresizliğine ve çıkışsızlığına sihirli bir slogan ihtiyacı gelir: Değişim! Bütün darda kalınan dönemlerde kapitalist-emperyalizmin sistemin aksayan yönlerine yapılan vurgu eşliğinde daha insancıl, daha umut vadedici, daha “bizden biri” piyasaya sürülmüş ve kapitalizmin kendini yenileyebilme gücüne iman etmenin sonuçlarına bel bağlanması gerektiği düşüncesi körüklenmiştir.

Ne kadar “bizden biri” olursa olsun, toplumun yeniden yeniden işlenmesi, yönlendirilmesi ve imajın canlı ve kendini üreten bir tarzda geliştirilmesi, lobicilik faaliyetlerinin eksiksiz yerine getirilmesi, boşlukların anında kapatılabilmesi,.. için elbette en elzem olan paranın gücüdür. Bunu da ABD sermayesinin temsilcileri gönüllü bir biçimde yaptılar. “Değişim” sloganıyla birlikte bunu yapmaya aday olan Obama’nın kafalara ve yüreklere kazınması, medya tekellerinin son aylardaki neredeyse tek işi haline geldi.

Bu çabalar nihayet sonuç da verdi ve ABD’nin 44. başkanı olarak Obama seçildi. Evet Obama’nın derisi siyahtı, fakat seçilmesinde, kuşkusuz yalnızca siyahların oyları etkili olmadı. Her ne kadar bu kesimin oylarının yüzde 95′i Obama’ya gitmiş olsa da diğer kesimlerden -ve beyaz Amerikalılardan- oy almasaydı, kazanamazdı. Bütün bunlara ek olarak, Latin kökenli seçmenlerin üçte ikisinin oyları ve özellikle gençlerin ve üniversitelilerin tercihleri de Obama’dan yanaydı.

Seçim yarışının son haftasında McCain’in o salakça cümlesi geldi ve dinamiklerin performansını bir günde bile farklılaştırabildi: “Kriz bizi korkulduğu kadar etkilemez, Amerika’da ekonominin kökleri sağlamdır…” Kendini dünyanın hakimi sanan kibirli bir Amerikalının, ABD’de patlayan ve tüm dünyaya yayılan ekonomik krizi küçümsemesi büyük bir hataydı. Sıradan Amerikalı bile bu“sakinleştiriciyi” yutmadı. Bu kriz ne basit bir krizdi, ne de sadece ekonomi alanıyla sınırlı kalabilirdi. On yıllardır ötelene ötelene birikmiş, yığışmış ve içinden çıkılmaz hale gelmiş bir girdaptı. Emperyalizm aşamasına geçişle birlikte tarihsel bakımdan ömrünü doldurmuş bir sistem olarak kapitalizmi, ne yaparsa yapsın, hangi yeteneğini konuşturursa konuştursun “ötelemekten” başka bir şey yapamayacağı krizlerden ve onları da doğuran yapısal hastalıklarından hiçbir doktor kurturamaz! Kapitalizmin insanlığa çektirdiği acılara, doğa da içinde olmak üzere yarattığı yıkımlara son verecek tek bir ilaç vardır: Sosyalizm! 

Yapabilir mi 1?..
Rüyaya kaldıkları yerden devam etmek isteyenler kulaklarını karısının kariyerine, yetenekli kızlarına, Beyaz Saray’a köpek alınıp alınmayacağına, Obama’nın ilk gaflarına dikmişken ’sadece derisi siyah olan’ çiçeği burnunda Başkan ilk açıklamasını yaptı: “Orta sınıfı güçlendirecek yeni bir kurtarma paketine ihtiyaç var”. Orta sınıfı güçlendirmek demek, sistemin toplumsal dayanaklarındaki zayıflamanın, dolayısıyla bir kaygının itirafıdır.

Amerikalı emekçilerin en hayati ihtiyaçlarına değil de, krizin de etkisiyle onları silindir gibi ezerek orta sınıfın kıyılarını ciddi olarak aşındırmaya başlayan yoksullaşma ve yaşam standartlarında düşmeye odaklanan Obama, “destekçilerine” borcunu ödemek zorunda. Wall Street’in finans patronları başta olmak üzere, belli başlı bütün tekel grupları, JP Morgan, Citigroup, Citadel Investments, Credit Suisse, Morgan Stanley gibi banka ve borsa kuruluşları… İşin ilginç -olmayan- yanı, seçim döneminde Cumhuriyetçi adayı destekleyen tekellerle Obama’yı destekleyen tekellerin hemen hemen aynı olması.

Kısacası sermayenin bütün kanatları içte ekonomik ve toplumsal krizden, dışta dünyadan tecrit olmaya bir son vermenin, Afganistan ve Ortadoğu batağından kurtulmanın adresi olarak Obama isminde birleşmişlerdi. Uzmanların ve akıldane danışmanların söyledikleri hep aynı kapıya çıkıyor: Obama’nın işi zor! Kimi buna süre de veriyor. Clinton’ın mali işler danışmanı Stiglitz, evin içini düzene sokmak için bile Obama’nın en az 18 aya ihtiyacı olduğunu söylerken, Obama’nın dış politika danışmanı Joe Biden, “Obama 6 ay içinde sınanacak…” diyerek bir yandan 6 ay içinde pek bir değişim adımı beklemeyini ima ederken öte yandan önümüzdeki dönem karışacak/karıştırılacak bölgelerini tek tek sayarak tehdit savuruyordu. (5)

İçte, krizin tüketici etkilerinin elden geldiğince minimize edilmesi kapsamında Obama’nın ayağının tozuyla buluştukları, ABD’nin en zengin yatırımcılarından Warren Buffet, Google, Xerox şirketleri ve Hyatt otellerinin yöneticileri gibi sermayenin önde gelenleri oldu. İşsizlik belasının 40 yıl öncesine rahmet okuttuğu ABD’de Obama’nın ilk verdiği söz işsizlik yardımının süresinin uzatılacağıydı. İkinci öncelik otomobil sanayine verilecekti. Daha önce -Bush döneminin son günlerinde- Senato’da kabul edilen 700 milyar dolarlık mali sektörü kurtarma paketini yeniden ele almak ve gözden geçirmek gerektiğini belirten Obama, “mali sektör yöneticilerini ihya etmek yerine” yüksek ve değişken faizli kredilerle evlerini kaybeden, hayatları altüst olan mortgagezedelerin kurtarılmasına öncelik vereceklerini de ekledi. Özünde devlet aracılığıyla burjuvaziye peşkeş çekilecek kaynakların emperyalist tekeller arasındaki dağılımını değiştirmeyi içeren bu yönelimin, topluma başka birtakım gözboyayıcı şovlarla da birleşik olarak“Krizin faturasını sorumlularına ödetmek” biçiminde pazarlanması olasılığı da yüksektir.

ABD halkının mahrumiyetini çektiği sağlık ve eğitim alanlarına ilişkin vaatler ise henüz orta yerde durmaktadır. Sağlık hizmetleri ve sigortası ABD’de en sorunlu alanlardan biridir. ABD, emperyalist ülkeler arasında dünyada “evrensel sağlık sigortası” olmayan tek ülke! Yaklaşık 45 milyon kişinin sağlık sigortası, 25 milyon kişinin de yeterli sigortası yok. Bütün o şaşaalı propagandaya rağmen açlık ve evsizlik dizboyu. Neredeyse Türkiye’nin nüfusu kadar insan sokaklarda yaşıyor.

Yapabilir mi 2?..
ABD’nin başında, dışta da, en az içtekiler kadar büyük “bela”lar var. Irak bataklığından bir biçimde kurtulmak, Afganistan’daki sorunların çözümü, yenileri çıkmazsa eğer, Ortadoğu ve Pakistan’a nizam vermek, mümkünse diğer emperyalistleri de işin içine katarak İran’a haddini bildirmek, Rusya, Çin ve Hindistan’ın büyüyen ekonomik, siyasi ve askeri güçlerini frenleyecek önlemleri devreye sokmak... bunlardan ilk elde sayılabilecek bazıları. Bütün bunlar daha seçim döneminde iki aday tarafından da çeşitli vesilelerle dile getirildi. Dıştaki siyasi sorunlar ve onların çözümüne ilişkin ikisi arasında ÖZDE herhangi bir fark yoktu. Sözgelimi, İran’ın nükleer bomba yapmasını engellemeye çalışmak, bunun için ilk elde İran’a mali ambargo uygulamak gerektiği şeklindeki ortaklaşmaları, verilebilecek en iyi örnektir.

Fakat özellikle dış politika söz konusu olduğunda, herkesin sandığının ve gönlünden geçirdiğinin aksine, Obama’nın güvercin, McCain şahin olduğunu düşündürtecek tek bir veri bile yok. Aksine, McCain gibi Obama’nın da genel olarak Irak’taki ABD güçlerini azaltmayı önde tutan bir söylem tutturmasına ve ikisi de Irak’tan çıkmaktan değil çekilmekten bahsetmelerine rağmen -Oysa Obama, bir yıl önce, “bütün güçleri çekerim” havalarındaydı-, sözgelimi Obama silahlı kuvvetlerin asker sayısını 90 bin artıracağını söylüyor. Afganistan’daki savaşı, sonuç alacak şekilde bir üst düzeye çıkararak yönetmeyi, Usame Bin Ladin’in“avlanması” işine hız vereceklerini, bu harekatı engellemesi halinde Pakistan’a saldırmayı önerebiliyor! Şurası çok açık ki, Obama’nın Afganistan konusundaki -henüz söylem düzeyinde de olsa- pozisyonu, Bush’tan bile daha sağdadır. Afganistan’daki savaşa çokyönlü olarak yüklenmek, bu yüzden başlangıç olarak da 10-15 bin asker daha göndermekten dem vuruyor! Bütün o “dünyanın her halini görmüş mağdur ve bu yüzden insancıl ve sevimli bir siyah”olarak görünmesine rağmen, “Terör şebekeleri ve teröre destek veren devlet ve örgütlenmeleri çökertmek için” yeni ve daha gelişkin bir istihbarat yaratmanın, 100 ülkede “terörle savaş” verme gereğinin altını çizebiliyor.

Obama, ilkelerin adamı değil, sermayenin adamı! Çünkü Irak ve Afganistan konusunda bunlar pişirilirken, Filistin konusunda daha önce söylediklerini unutmuş görünüyor. Güçlü İsrail lobisinin de bastırmasıyla, üstelik daha başkan bile olmadan önce Kudüs’ü kutsal, aynı zamanda İsrail’in ‘ebedi ve bölünmez’ başkenti ilan ettiğine bakılırsa, yeni ABD yönetiminin Ortadoğu’nun kanayan yarası ve yıllardır dur durak bilmeyen bir saldırganlık ve ona karşı sürdürülen mücadeleyle bunların en başında gelen Filistin sorununda Obama’nın öyle sanıldığı gibi “adaletsizlikleri gidereceği, işgallere ve savaşlara son vereceği, dünyanın talanından vazgeçeceği”bir tutum içinde olacağına inanmak artık çocukça bir iyimserlik de değil, ucu bucağı belirsiz bir avanaklık olacaktır. Çünkü, tıpkı daha önceki söylemlerinde olduğu gibi, ağızdan çıkan her sözde ve atılan adımlarda konuşan son tahlilde Obama değil, emperyalist sermaye olacaktır!



1) ABD dışındaki 88 ülkeden 84′ünde “Obama kazanacak!” eğilimi güçlüydü. Bazı İranlıların Obama’yı gerçekten kurtarıcı gibi gördükleri, “Mehdi’nin gelişinin işareti kabul ettikleri, Kıyametin habercisi olduğunu düşündükleri” bile öne sürülebildi. Bu kervana Türkiye’den de katılanlar oldu: VAN’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü sakinleri, “içimizden biri” olarak niteledikleri Obama için 44 kurban kesip, davul zurna eşliğinde halaylar çektiler. Yapılan konuşmalarda, “Umarız dünya kardeşliği için savaşsız ve kaossuz bir barış ortamı için sayın Obama çaba sarfedecektir” denildi.

2) Obama başkanlık seçimleri sırasında 800 milyon dolar bağış topladı. İlk kez bir seçimde internet aracılığıyla rekor düzeyde bağış toplanabiliyordu ve bu miktar “küçük bir Pasifik ülkesinin gayri safi milli hasılası kadar”dı. Öte yandan Obama’nın seçim masrafının Cumhuriyetçiler’inkini ikiye katladığı da belirtilmeli.

3 ABD, ‘85′lerden başlayarak dünyanın en büyük borçlu ülkesi olma “şerefini” kimselere bırakmamaktadır. ABD için giderlerini karşılamanın artık neredeyse tek yolu, dışardan gittikçe daha büyük miktarlarda sermaye ithal etmek olmuştur. ABD ekonomisindeki büyüme belirtileri sadece hizmetler sektöründeki canlanma sayesinde olabilmektedir. Buna karşın, demir-çelik, tekstil, otomotiv, elektronik sanayinde daha ‘73′lerden başlayan gerileme -gerilemenin görüldüğü ikinci sektör tarım alanıdır-, sonucu sözgelimi geçen yıl sadece Çin’den 321 milyar dolarlık mal alınmış, 62 milyar dolarlık satış yapılmıştır. Yine sadece bu yılın Şubat ayında işini kaybedenlerin sayısı 63 bindir. Yıl boyunca işinden olanların sayısı ise 1.2 milyonu bulmaktadır. Bu durumda işsiz sayısı 10 milyona yükselerek son 14 yılın rekorunu da kırmış demektir. Kriz ortamı öyle tahrip edici bir biçimde ilerlemektedir ki, geçtiğimiz günlerde ABD Merkez Bankası, Franklin Bank ve Security Pasific Bank of California adlı zordaki iki bankaya daha el koydu. Böylece ABD’de yılbaşından bu yana el konulan banka sayısı 19′a yükseldi.

4) Bu olay, ABD emperyalistlerinin yıllardır ısrarla iddia ettikleri gibi Usame Bin Ladin tarafından gerçekleştirilmiş olsun ya da ABD’nin emperyalist hegemonya emellerinde vites büyütmesinin zeminini yaratmak için kendisinin organize ettiği veya önceden bildiği ve önleyebilecek durumda olduğu halde farklı hesaplarla gözyumduğu bir eylem olsun, farketmez. Bu yöndeki spekülasyonlar hayli fazladır.

5) Biden bu projeksiyonunu şöyle özetliyor: “Sözlerimi not edin: Barack Obama’nın tıpkı Kennedy gibi sınanması altı ayı bulmayacak. (…) İzleyin, bir uluslararası krizimiz olacak, bu adamın yiğitliğini sınamak üzere oluşturulacak bir kriz. Ve o hakikaten çok çetin kararlar vermek zorunda kalacak. Kararın ne olacağını bilmiyorum, fakat söz veriyorum bu gerçekleşecek. Bir tarih öğrencisi ve yedi başkana hizmet etmiş biri olarak bunu garanti ediyor. Size bu krizin nereden kaynaklanabileceğine dair en az dört beş senaryo çizebilirim.. Ortadoğu'dan çıkabilir. Hint Altkıtası’ndan çıkabilir. Petrol denizinde yüzdükleri için yeniden şımarmış olan Rusya’dan çıkabilir”.

haymarket okuyun

Haymarket

Haymarket
Bazı romanlar, bir tarihsel kesitin toplumsal yansımalarını belirli yönleri ile edebiyata tercüme ederler.Steinbeck’in Gazap Üzümleri romanı böyledir. Emperyalist kapitalizmin ‘29’lardaki büyük krizi ile birlikte topraksızlaşan devasa köylü kitlelerinin korkunç yaşam koşullarını, bu koşullar içerisinde gelişen dayanışma ve dostluklarını, ayakta kalma irade ve dayanma güçlerini … son derece içerden, okuru da içine alan lirik bir dille resmeder. Tasvirleri sadece sinematografik bir canlılık taşımaz. Edebiyatın o büyülü dili yazarın hümanizmasından beslenen sarsıcı bir duyarlılık kazanır. Bu tür romanlar bir yönü ile tarihi birer belgedirler. Fakat o tarihsel kesiti tamamlayan diğer parçaları (siyasal arayışlar, bu arayışların ortaya çıkardığı aktörler, mücadele dili ve yöntemleri, …vs.) bir bütünlük içerisinde sentezleyemedikleri için onlara tarihi roman demek doğru olmaz.

Tarihi roman kategorisine giren romanlar ise konu edindikleri tarihsel kesitin belli başlı özelliklerini, o kesitte yaşanan toplumsal değişim ve farklılaşmaları, bunu oluşturan dinamikleri, o koşulların ortaya çıkardığı insanı (sınıfsal özellikleri ile birlikte) ve özelde de koşulları değiştirmek için mücadele yürüten özneleşmiş insanın karakteristik özelliklerini de içerecek bir bütünlük içerisinde sunarlar size. İlya Ehrenburg’un II. Emperyalist Paylaşım Savaşıöncesi-savaş ve sonrasını içeren nehir romanı bu kapsamdadır.

Kimi romanlar ise roman kurgusu içerisinde serimlenen birer belgeseldirler. Martin Duberman’ın Haymarket- 1 Mayıs’ın Romanı isimli eseri de böyledir. Adına 1 Mayıs’ın Romanı dense de bu eser aslında 1800’lerin sonunda ABD’de sermayenin hızla merkezileşmesi ile genişleyen kapitalist üretim ve oluşan işçi sınıfının çarpıcı bir tablosunu sunar. İşçi sınıfının siyasal arayışlarının, ilk mücadele deneyimlerinin karakteristik özellikleri ile sermayenin Avrupa işçi sınıfı hareketinden (1831-1848 ve Paris Komünü… deneyimleri) çıkardığı deneyimlerle tüm vahşetini kuşandığı saldırganlığı resmeden geniş bir arka plan üzerinden yükselir. Adına “Yeni dünya“ denilen ABD’nin “Rüyalar ülkesi“ne dönüşme serüveninin en kritik momentlerinden birini sunar. 1 Mayıs da tüm bu arka plan üzerinde bir anlam kazanır.

Tüm bu tarihsel okumalara roman karakteri kazandıran ise işçi sınıfı önderlerinden Albert Parsons ve eşi Lucy Parsons’un yaşamlarını, dolayısı ile karakter özelliklerini kurgusunun merkezine oturtmuş olmasıdır. Bunu sadece bir kurgu olarak değil, aynı zamanda Parsons’un günlüklerinden bölümler de koyarak yapması yarı belgesel bir karakter kazanmasına neden olsa da, Parsons’un kalemindeki kıvraklık, zenginlik ve tasvir gücü bu günlüklerin ayrıksı durmasını engelleyip romanın doğal bir parçası haline gelmelerini sağlar.

Parsonslar üzerinden diğer 1 Mayıs kahramanlarına da uzanır roman. Ve onlar da belli başlı karakter özellikleri ile o doğal kurgunun tamamlayan aktörleri olurlar. Roman karakteri formunda sunulan tarihin bu gerçek aktörleri, aynı zamanda bu tarihsel kesitte işçi sınıfı hareketinin politik damarının niteliksel özelliklerini açığa çıkaran bir ayna olurlar. Dünyanın hemen her kıt’asından kopup gelmiş devasa göçmen kitlelerinden oluşan ABD’nin her iki anlamda genç işçi sınıfının o dönemki tüm zayıflık ve güçlülükleri bu hareketin önderi durumundaki bu kahramanlar şahsında ifade kazanır. Yanı sıra o dönem işçi sınıfı hareketine öncülük edecek politik güçlerin Avrupa’daki politik hareketin tüm parçalanmışlığını, tüm lekelerini, tüm zayıflık ve sınırlılıklarını taşıdığını da görürsünüz. Varolan kölece emek sömürüsü koşullarının kendisi bu kesimlerde doğal bir anti kapitalist duruş yaratsa da, başta iktidar sorunu olmak üzere, mücadele biçimleri, hedef ve kullanılan araçlar başta olmak üzere pekçok konuda kaotik bir nitelik arzetmektedir bu hareket. Keza Avrupa’da yaşanan politik sarsıntı, belirsizlik ve arayışlar buraya da aynen yansımaktadır.

Roman kendi içinde birkaç bölümden oluşur. Sermayenin hızla merkezileşmesinin yarattığı toplumsal sonuçlar, bu sonuçlar içerisinde mayalanan işçi sınıfı hareketi, bu hareketin siyasal öncülerinin oluşma süreci ve sancıları, burjuvazinin karşı saldırıları ve daha doğarken önderlik boşluğu, bu önderlik boşluğunu doldurma arayışlarının tüm sakat ve lekeli özellikleri … gibi boyutlari ile bütünlük arzeden bir süreç akışı ile ilerler roman.

“Şimşek kent”e çıkan yollar!
Roman Lucy’nin amcasının kuzey Teksas’taki çiftliğinde başlar (1871). Albert Parsons çiftlikleri dolaşan bir vergi tahsildarıdır. Melez olan Lucy ise amcasının çiftliğini yönetmektedir. Bir gün Parsons’un vergi tahsili için çiftliğe gelmesi ile başlayan tanışıklıkları, politik yakınlıkla da birleşip evlilikle noktalanır. O zamanlar Texas’ta karışık evlilik halen suç sayıldığı için çift bu konuda nispeten rahat olan “Şimşek kent Chicago“ya taşınır.Chicago her tarafından inşaatların yükseldiği dev bir şantiye gibidir. Fabrika bacalarının gökyüzünü dumana kestiği bu kasvetli ve bir o kadar da hareketli kent kapitalizmin o dönemki gelişim düzeyini, sermayenin baş döndürücü bir hızla merkezileşmesinin yarattığı toplumsal sonuçları tüm sarsıcılığı ile birlikte kendisinde toplayan bir prototiptir.

Teknolojik gelişme ile inşaat sektörü başta olmak üzere, pek çok alanda başdöndürücü bir gelişme düzeyi yakalanmıştır. Fakat bu sanayi kentinin, her şeyin yıkılıp yeniden kurulduğu bu devasa şantiyenin işçi yüzünde açlık, yoksulluk, pislik, bakımsızlık, evsizlik… hüküm sürmektedir. Zenginler ise tüm zamanlarda ve ülkelerde olduğu gibi; ”Praire Caddesi’ndeki salonlarında oturup, Michigan Gölü’nden gelen serin esintinin keyfini çıkarırlar”!

İşgününün 14 saat olduğu, ücretlerin karın tokluğuna ancak yettiği, gerçek anlamda kölece koşulların hüküm sürdüğü koşullarda yaşayan işçiler ise tüm o pisliği adeta kanıksamışlardır! Çeşitli Avrupa ülkelerinden ve Amerika kırlarından kopup gelen son derece heterojen (etnik, kültürel… pek çok anlamda) bir bileşime sahip olan devasa işçi kitleleri, henüz yaşadıkları vahşi sömürü koşullarının bilincine varmaktan çok uzaktır. Bir çoğu daha dün küçük toprağını işleyerek ya da atölyesinde küçük zanaat üretimi yaparak yaşarken, başdöndürücü kapitalist gelişme karşısında bu konumlarını kaybedip kendilerini Chicago gibi yeni sanayi merkezlerine atıvermiştir. Henüz yaşadıkları sınıfsal yıkımı ve yeni sınıfsal konumlarını kavrayabilmiş değillerdir. Yazar o dönemki ABD işçi sınıfının bu niteliklerini, Parsonsların anlatımları ile taşır okura. Yaşadıkları işçi mahallesindeki işçi portrelerinin çizilmesi ile de bunu tamamlar.

Krizin soluğu
Parsonsların bu kente yerleşip, bir hayat kurmaya başlamaları ile1872’deki büyük ekonomik kriz çakışır. Philadelphia’da Cooc and Company şirketinin batması ile başlayan kriz, borsaların hızlı çöküşü ile yayılıp genişler. Ve işçi sınıfı varolan kölelik koşullarını arayacak duruma sürüklenir hızla. Dönemin kalifiye işçilerinden olan Albert (Times’te matbaacıdır) bile yarı ücrete çalışmak durumunda kalır. Ki o da dizgideki son gelişmelerin bilgisine sahip olduğu için. Bütün sektörlerde dev çaplı işçi çıkışları verilmiş, ücretler alabildiğine alta çekilmiş, binlerce işçi/ailesi kelimenin gerçek anlamı ile bir gecede evsiz, işsiz ve gıdasız kalıvermişlerdir.

Roman tüm bu sonuçları Albert ve Lucy’nin yaşamlarının yanı sıra (ki Lucy de evde zengin kadınlara dikiş dikmesine rağmen kıt kanaat geçinebilmektedirler), onların komşularının yaşadıklarından, sokağa yansıyan manzaraların daha sonra kendilerini işçi sınıfına adayacak olan bu iki yürekte yarattığı duygu ve etkilenimlerden, yine onların gazetelerden okudukları üzerinden yaptıkları tartışmalardan süzerek yansıtır.

Kısacası canlı diyaloglardan oluşan roman, çarpıcı bir kriz tablosu çizer. Bu tabloya krizin yarattığı çok yönlü toplumsal yıkımın yanı sıra, işçi sınıfının politik öncüsünden yoksunluğu ve politik arayışlarının niteliği de yansır. Bir tarafta kriz dönemlerinin tipik sonuçları; hırsızlık, çeteleşme, ırkçılık, dinin özellikle de hurafelerin yeniden yaygınlaşması, en ağır çalışma koşullarına rıza gösterilmesi, kurulan aşevleri ve gecelik barınaklarda yaşanan onursuzlaşma ve yozlaşma… vs. yaygınlaşır. Bir taraftan da işçi sınıfının örgütlenme arayış ve yönelimleri. Ve bu arayışa yanıt olması gereken politik güçlerin karmakarışık yapıları…

Çeşitli sendikal, siyasal örgütler de o dönem ortaya çıkıp, güç kazanırlar. Fakat bunların ortak bir ekseni falan da yoktur. Bir tarafta dağılmak üzere olan 1.Enternasyonal içindeki farklılıklar (anarşistler-komünistler-Lassalcılar), yine bu anlayışlardan beslenen sendikal örgütler…

Romanda 1. Enternasyonal’in bu yapısına dair ayrıntılı bilgiler yoktur. Komünistlere de fazlaca yer vermez. Asıl olarak anarşist gruplar ve onların arayışlarını merkezine oturtur. Marksizm’den birkaç yerde bahsetmek dışında -ki onlar da belirsiz birkaç cümledir- bahsetmez. Bunda yazarın ideolojik tercihleri belirleyicidir. Yanı sıra Parsonslar gibi sürekli bir arayış içerisinde olan öncü kesimlerin yolları hangi güçlerle çakışmışsa onlara genişçe yer verilmesinin de payı vardır. Belirttiğimiz gibi yer yer,“Patronlar sınıfının karabasanı I.Enternasyonal“ gibi tanımlar kullanılsa da, I. Enternasyonal’in asıl olarak anarşistler bölüğündeki gelişmelere mercek tutulur.

Albert’in Emeğin Şövalyeleri ile tanışması ile okur da ilk olarak bu örgütle tanışmış olur. Emeğin Şövalyeleri’nin nitelikleri bizi ABD işçi sınıfının politik öncülerinin o tarihsel koşullardaki nitelikleri ile buluşturur. Bu örgüt Engels’in tanımı ile; “…Amerikan işçi sınıfının bir bütün olarak yarattığı ilk ulusal örgüttür. Kökenleri, tarihleri, eksiklikleri, küçük saçmalıkları, programları ve temel yasaları ne olursa olsun… Amerikan işçi sınıfının bir ürünü olarak karşımızdalar”. “Bir kişiye verilen zarar, herkesi ilgilendirir“ şiarıyla hareket eden Emeğin Şövalyeleri, tüm geri özelliklerine rağmen diğer örgütlerden farklı olarak ulusal düzeyde, siyah derili, vasıfsız-vasıflı ve kadın işçileri de örgütlemesi ile hızla büyüyen bir örgüt olur.1860’ların başında kurulan bu örgüt, daha sonra 1880’lerin başında hızla genişler. Bu genişlemede hem siyahlara, kadın işçilere ve her meslek dalına yer vermesinin, hem ideolojik olarak dinle barışık olmasının da etkisi ile İrlanda kökenli işçileri toplamasının, hem de özellikle sınıf mücadelesinin zayıf olduğu bölgelerde tamamen illegal temelde örgütlenmesinin payı vardır.

İlk büyük işçi direnişleri
Bu arada 1860’ların sonlarından itibaren baş gösteren küçük grevlerle hareketlenen işçi sınıfı, 1877’de demiryolu hisselerinin düşmesi ile sermaye sahipleri her zaman olduğu gibi kayıplarını karşılamak için emek sömürüsünü derinleştirme yoluna giderler.Boston and Maine, ücretlerde yüzde 10 kesintiye gider. Bu arada da müfettiş ve başkanın ücretlerini arttırır. Bu tavır karşısında;“Parasının çoğunu işsizlere yardımdan çok, içki alehtarlığına harcayan“Lokomotif Makinistleri Birliği gibi gerici bir örgüt bile grev kararı alır. Onların grevi grev kırıcılar üzerinden etkisizleştirilirken (ki buna rağmen aylarca sürer), bu arada Pennsylvania maden işçilerinin grev ve direnişleri patlar. Sermayedarlar ve onların her geçen gün kendisini tahkim eden devletleri madenci işçilerden 10’unu yasadışı örgüt kurmaktan idamla yargılar. Artık bir eylem dalgası başlamıştır. Kısa bir süre içinde de işçi sınıfına daha doğrudan bir politik mesaj vermek için bu 10 maden işçisi idam edilir! Fakat tüm bunlar krizin tetiklediği işçi sınıfı hareketini durduramaz. Hızla gelişip iç içe geçen grev ve direnişler ardı ardına patlar.

Baltimor ve Ohio demiryolu şirketlerinde çalışan işçilerin grevi ile o güne dek görülmemiş çapta bir grev dalgası ile tanışır ABD işçi sınıfı. Demiryolu işçilerinin grevi kriz bahanesi ile ücretlerinde yüzde 10 kesinti yapılması girişimine karşı gelişir. Rayların söküldüğü, lokomotif ve vagonların depolara kilitlendiği bu grev, kısa süredeBatı Virginia, Pennsylvania, New Jersey, Philadelphia’ya da sıçrar. Ülkenin hemen her yerine yayılan demiryolu grevini madencilerin grevi izler. Sonra mavnacılar ve diğer sektörler…

Grevler giderek hemen tüm kent emekçilerinin katıldığı halk hareketlerine dönüşür. Sermaye de hızla kendi gücünü tahkim eder. Fakat emekçilerin öfkesi kimsenin hayal edemeyeceği düzeyde kabına sığmazdır. Yer yer silahlı çatışmalarla, yer yer taş ve sopalarla kıran kırana yürütülen bir sınıf mücadelesi sokak ve caddelere rengini verir. Sayısız işçi kanı, sayısız çocuk kanı ile içiçe geçerek… İşçi sınıfının birikmiş öfkesinin ateşlediği kınına sığmazlık karşısında burjuva medyadan Chicago Tribune, “ Serseri güruhuna karşı el bombası atılması”nı öneriyordu!

“30 bin işsizin iş ve yiyecek peşine düştüğü Chicago” da pimi çekilmiş bir bomba gibidir. Bu sıralarda Albert’in de üyesi olduğu ve kitle çalışması yürüttüğü Emekçiler Partisi bu patlamaya önderlik etmeye çalışır. Fakat hızla gelişen üye tabanına, örgütlediği barışçıl mitinglere rağmen işçi ve mekçilerin birikmiş öfkesi onun barışçıl sınırlarına da aşarak bu kentin sokaklarında patlayan bir bombaya dönüşür. Aklımıza gelen her alanda üretim durur, köprüler yıkılır, depolar ateşe verilir, muhafız birliklerinin vahşi saldırganlığı ile sayısız işçi katledilir. Fakat bu büyük çaplı dalga merkezsiz, birbirinden kopuk ve tamamen kendiliğindendir. Tam da bu nedenle bir süre sonra dağılıp, geriye çekilir. Fakat buna rağmen Albert Parsons’un da belirttiği gibi; “İşçiler hiç olmazsa sayıları çok ve örgütleri güçlü olduğunda neler yapabileceklerini gördüler. Şu anda yer altına geçmek zorunda bırakılmış olsa da, işçiler arasındaki kırgınlık eskisinden daha fazla artık. Yakında mutlaka yeni bir ifade yolu bulacak. Buna eminim.”

Yenilginin geçici sonuçları
Burjuvazinin grevi vahşi bir saldırganlıkla boğması zaten henüz merkezi bir karakter kazanamamış işçi sınıfı hareketini ciddi bir moral bozukluğuna sürükler. Sınıf hareketi geçici bir süreliğine geri çekilir. Bu durgunluk döneminin sınıfa ve onun öncülerine yansımalarını çizerek ilerleyen roman, bu süreçleri Albert’in günlüğünden aktarımlarla son derece canlı bir şekilde yansıtır. Hareketin kabardığı dönemde bunun içinde öncüleşip, sendikalar yaratan liderlerden bazısı durgunlaşma ile birlikte sermaye saflarına iltica ederler!

Bu dönemde pekçok akımı kendisinde toplayan Sosyalist İşçi Partisi vardır. Parsonslar ve diğer roman kahramanları da ona üyedir. Sosyalist İşçi Partisinin temelleri asıl olarak 1877 grevlerinden önce atılmıştır. O grev dalgası içerisinde de mayalanmıştır. Fakat dağılan I. Enternasyonal’in tüm leke ve hastalıklarını yeniden kendisinde toplayarak doğmuştur.

1877 büyük grev dalgası Marx ve Engels tarafından da büyük bir coşku ile karşılanır. Marx o dönemde Engels’e yazdığı mektupta bu büyük grevin ciddi bir işçi partisinin kurulması yolunda bir başlangıç olabileceğine dikkat çeker. Fakat o sürecin ürünü olan Sosyalist İşçi Partisi daha baştan sakat doğmanın tüm sancılarını kendinde toplayan bir parti olur.

1877 grevlerinin bastırılmasından sonra Sosyalist İşçi Partisi’nin ilk icraatı ‘79’da yapılan seçimlere katılmak olur. Tamamen sistem içi, daha adil bölüşüm propagandası üzerinden yükselen seçim çalışmaları işçi sınıfının hayal kırıklıkları ile içiçe geçerek yürür. İyi bir ajitatör olan Albert’in seçim çalışmalarında kullandığı bu sandıkçı jargonla kitlelerde hiçbir elektriklenme yaratamaması ve hatta yuhalanması da bu çalışmalarda olur. İşçi sınıfı yenilmiştir, geriye çekilmiştir ama o büyük grevden önemli dersler çıkardığını da bizzat bu çalışmalara verdiği tepki ile göstermiştir. Daha sonra ise bu temelde gelişen iç tartışmalarla parti giderek içine büzüşüp, dağılmaya başlar.

Koşulların nispeten istikrar kazandığı 1880’in başında işçi toplantılarına katılım alabildiğine zayıflar, işçi gazeteleri daralıp, krize girer ve nispeten istikrar kazanan kapitalist üretim karşısında “Kapitalizmin az biraz onarıldığında iyi bir sistem olduğu” teorileri güç kazanır. Kitleler de kapitalist ekonominin yeniden canlılık kazanması ile iş ve nispeten yüksek (2 dolar kadar) ücrete kavuşunca kendilerine dönerler. İşte bu süreçte SİP daraldıkça, iç çelişki ve ayrılıklar da derinleşip, kopuşla noktalanmaya başlar. Ve 1886’da ise Lassalcılar partiyi tamamen ele geçirirler. Partiden kopan (atılan) radikal anarşistler ise 1883’de kendi enternasyonallerini kurarlar. Artık birleşik ve güçlü işçi sınıfı partisi fikri terkedilir. Siyasal akımlar kendi ideolojik eksenleri üzerinden yükselen bağımsız partiler kurmaya başlarla. Romanda bu bölümler tüm ayrıntılarına girmemekle birlikte yine Albert’in günlükleri, Albert’le Lucy arasındaki yazışmalar üzerinden aktarılır.

Yeniden kriz!
1884 yılında kriz başını yeniden uzatır. Varolan işçi sınıfı örgütleri yeniden güçlenirler. Canlı ve kalabalık tartışma ortamları yeniden geri gelir. Sokaklar evsizlerle, işsizlerle yaniden dolar. İntihar oranları artar. Bir tarafta bu toplumsal yıkım, bir tarafta ise işçi sınıfının yeniden mayalanan mücadele arayışları. Burjuva medya 1877’deki büyük direnişlerin yarattığı kabusun da etkisi ile akıl almaz bir saldırganlıkla saldırır işçi sınıfına; “Paçavralar içindeki bir serseriye verilecek en iyi yemek, kurşunlu olanıdır. Bir serseri sizden ekmek istediğinde üzerine striknin veya arsenik dökün, böylece sizi bir daha rahatsız etmez ve diğerleri de semtinize uğramazlar.” (Chicago Times) gibi gerçek anlamda barbarca çağrılar rutinleşir.

Lucy Parsons!
Burada Lucy’e değinmeden geçmek olmaz. “Tüm emekçilerin acılarını yüreğinde hissettiği için” oldukça “sert” bir karaktere sahip olan Lucy, 1880’lerin başında bir taraftan konfeksiyonda çalışan kadınları örgütlemeye çalışırken (kendisi gibi dikiş dikerek yaşamını sürdüren arkadaşı Lizzie ile birlikte) bir taraftan da o dönemde çıkan Alarm isimli işçi gazetesine yazılar yazmaya başlar. Chicago Times’in yukarıdaki çağrısı üzerine de bir yazı kaleme alır. Bazı bölümlerini aktaracağımız yazı, onun işçi sınıfına adanmış yaşamı ve duruşunun anlaşılması açısından da çarpıcıdır; “1884’ün soğuk kışında siz evsizler ve işsizler soğuktan donmamak için gece sabaha kadar ateşler yaktınız. Ama çoğunuz yine de donarak öldü. Diğerleri kendini Michigan Gölü’ne attılar. Size yalvarıyorum: Acele etmeyin. Kendinizi öldürmeye kararlıysanız, birkaç tane zengini de yanınızda götürün. … Patlayıcı kullanmayı öğrenmelisiniz!”

Lucy kölecilik döneminde (sonrasında da) siyahların tüm acılarına tanık olan, yaşayan bir kadın. Amcasının Teksas’taki o küçük çiftliğinde çalışırken bile bilinci hiçbir zaman oranın sınırlarına sığmaz… Hep başka dünyaların arayışı ve rüyaları ile yaşar. Daha çocukluğunda tüm eşitsizlik ve sömürü biçimlerine karşı bastırılamaz bir iç isyanla şekillenir karakter çizgileri.

Sınıfsal, cinsel, ulusal-etnik her türden sömürü, eşitsizlik ve baskıya karşı şekillenen kişiliği ile aslında yaşadığı çağa ait değildir. Geleceğin sınıfsız-sömürüsüz dünyasının insanıdır. Ve kendisini de bu dünya için ne gerekiyorsa onu yapmaya sınırsızca adamıştır. Kapitalist sistemle hiçbir bağı olmayan özgür bir devrimcidir. Mücadelesinin sınırlarını da bu belirler. Derin bir sınıf kini ve buradan beslenen sınırsız bir adanmışlık…

Komünist değildir Lucy. O karmaşık siyasal atmosfer içerisinde yolları anarşizmle çakışır. Ama tüm özlemleri, mücadele karşısındaki duruşu, en önemlisi de tüm üretim ilişkilerinin değişeceği bir devrim hayali kurması ile asla sistem içi çözüm arayan bir uzlaşmacı da değildir. Eşi Albert’le ilişkilerinde de onun bu net tavrı ile Albert’in daha reformcu, daha uzlaşmacı yaklaşımlarından beslenen sürekli bir devrimci gerilim yaşar. Albert’teki bu eğilimlerle sonuna kadar savaşır. İşçi sınıfının şiddet kullanma hakkını tarihsel bir meşruiyet içerisinde benimserken de, sistemin temellerinden yıkılması gerektiğini savunurken de, kadın emekçilerin hem siyasal örgütlerde daha aktif hale gelmeleri, hem de mücadelenin en ön saflarında yer almaları için çalışma yürütürken de duruşu “sınıfa karşı sınıf”tavrına göredir. Çağının bütün ideolojik karmaşaları içerisinde o bu netliği ile dikkat çeken öncü bir kişiliktir.

1 Mayıs
1885 yılı ekonomik krizle işçi direnişlerinin zirvede olduğu yıldır. Grevler, konuşmalar, yayınlar, gösteri ve yürüyüşler … hepsi birbirini izler. İşçi sınıfında güçlü bir örgütlenme arayışı sözkonusudur. Bu dalga ile girilen 1886’da uzun süredir sessizliğe bırakılan 8 saatlik işgünü hareketi yeniden canlanır. 8 saat mücadelesi konusunda pek çok farklı bakış açısı olsa da “sınıfın birliğini yaratacak” güçlü bir zemin olabileceği konusunda ortaklaşılır. Bu talep etrafında yayılıp, derinleşen işçi sınıfı mücadelesi karşısında Chicago Belediye Başkanı Carter Harrison 1 Mayıs 1886 tarihinden itibaren işçilerin 8 saatten fazla çalışamayacaklarını ilan etti. Bu ilan üzerine ideolojik renkleri ile tüm sendika ve siyasal örgütlenmeler, 8 saatlik işgününe uyulması için gerekli basıncı oluşturmak üzere 1 Mayıs’ta genel grev yapılması konusunda anlaştılar.

“Uzun zamandır beklenen gün bulutsuz ve serindi. Ülkenin dört bir yanında 300 bini aşkın kişi işlerini bırakarak yürüyüş çağrısına uydular. Chicago’da toplanan 80 bin kişi kentin merkezine doğru yürüyüşe geçtiler. Silahlı polisler, Pinkertonlar ve milisler çatılarda yerlerini almışlardı….”

ABD işçi sınıfı bir taraftan örgütlü bir tarzda hareket etmeyi öğrenirken, bir taraftan da henüz sistem karşıtı bir hareket düzlemine sıçramasının çok uzak olduğunu gösteriyordu. 8 saat mücadelesi sırasında yürütülen faaliyetlere de bu bir şekilde yansıyordu. Gelişen hareket içerisinde işçilerin radikal güçleri temsil eden örgütlere değil de, daha çok sendikalara ya da Emeğin Şövalyeleri’ne üye olmaları bu açıdan manidardı.

3 Mayıs’ta McCormic fabrikasında, grevci işçilere vahşice saldırılır. 6 işçinin katledildiği bir çatışma yaşanır. Ünlü emniyet amri Jon Bomfield, bu provokasyondan güç alarak sonraki günler için saldırı gücünü tahkim eder. 4 Mayıs’ta Haymerket Meydanı’nda düzenlenen miting sakin geçer. Bitişine doğru polis birliği ile Bomfield alana gelir. Tam o anda kimin attığı belli olmayan bir bomba her şeyi değiştirir.

Bu provokasyon burjuvazi tarafından ülke çapında bir kampanyaya dönüştürülür. Albert Parsons dışındaki tüm bilinen anarşist işçi önderleri tutuklanıp, hapsedilirler; August Spies, George Engel, Adolph Ficher, Samuel Fielden, Michael Schwab, Oscar Neebe, Louis Lingg. Ve siyasi tarihin en düzmece davası olan Haymarket davası başlamış olur! Dava başladığında aranmakta olan Albert de gelip teslim olur. Arkadaşlarını yalnız bırakmak istemez. Dava süreci boyunca burjuva medya hayasız bir dezenformasyon kampanyası yürütür. Geniş kesimler hedefe çakılan anarşistler şahsında gerici temelde kışkırtılır. Bir zamanlar işçi sınıfı davası için çalışanlar bile bu atmosfere teslim olup, yargılananlar alyhine açıklamalar yapar hale gelirler.

Ölüm olur…
Bu düzmece yargılama ile 11 Kasım 1887’de; Albert Parsons, August Spies, George Engel, Adolph Ficher idam edilir. Yine idam hükmü alan Louis Lingg sermayenin elinden bir ölümü reddettiği için içeri sokturduğu dinamitleri hücresinde patlatarak “intihar” eder.

Cenazeleri alanlara akan 200 bin işçi ve emekçi tarafından kaldırılır. Tüm Chicago yas tutar, tüm Chicago ağlar… Mezar başında bir konuşmacının şu sözleri ise halen bir çağrı olmaya devam ediyor; “Ey Chicago emekçileri, sizler en iyi beş adamınızın öldürülmesine göz yumdunuz. … Ölülerinizi gömmeyi iyi bildiğinizi gösterdiniz… Onları sadakatle sevdiniz. Fakat artık “nefret” zamanı. Bu tabutların başında yemin edin… O boyunduruğu silkip atın… Özgürlüğünüzü elde edin!” Bu çağrı da, idam edilen işçi önderi Spies’in idam sehpasındaki; “Bir gün gelecek, sessizliğimiz bugün boğduğunuz seslerimizden daha güçlü olacak!” sözleri de yaşamda karşılıklarını bulacakları güne kadar yankılanacak!

18 Kasım 2008 Salı

devrimci disiplin,devrimci yaşam

Lenin'in yaptığı parti tanımını hatırlayalım; "Çelik disipline sahip profesyonel devrimcilerin örgütü"... Lenin örgütü bu şekilde tanımlarken, disipline çok belirleyici bBir partili, bir kadro, tanımlanırken de "partinin ideolojisini, stratejisini, programını kabul eden" özellikleri sıralanır ve bunlara mutlaka "partinin disiplin ve kurallarına ayak uydurabilen" biri olması da eklenir. Çünkü, bu olmazsa, o partili partili olamaz, o kadro kadro olarak işlevini yerine getiremez. Ülkenin içinde yaşadığı sürece, dönemsel özelliklere, örgütlenmenin güç durumuna ve ihtiyaçlarına göre, bir kadroda aranacak özelliklerde şu veya bu yan öne çıkabilir; fakat disiplinin yeri ve önemi hiçbir dönemde kolay kolay değişmez. Aranacak özelliklerin en başında gelenlerden biri odur. Aynı şekilde örgütlenmelerin biçimleri koşullara, örgütlenilen yere göre değişir; ama disiplin yine değişmezlerin başında gelir. Buradan çıkan sonuç şudur ki; disiplin, gerçekte bir devrimci örgütü örgüt yapan, kadroyu kadro yapan en temel özelliklerden biridir. Bu anlamda disipline hiçbir devrimci, sıradan bir sorun olarak bakamaz. Devrimcilik yaratıcılığı ve üretkenliği gerektirir. Üretkenlik ve yaratıcılık ise, gelişi güzel bir çalışma içinde başarılamaz; tam tersine, ancak yaşamını disipline edebilenler üretir ve yaratabilir. Devrimcilik eylemdir, devrimcilik örgütlenmektir ve hiçbiri gelişi güzel bir çalışma içinde başarılamaz. Disiplin bu anlamda, devrimci faaliyetin havası, suyu gibidir. Disiplinsizlik, sıradan yaşamla, devrimci yaşam arasındaki sınırları belirsizleştirir. Sıradan yaşamlarla devrimci yaşamı ayırdeden, devrimcinin yaşamının halkına, vatanına, örgütüne, devrime ve sosyalizme karşı sorumluluklarla yoğrulmuş olmasıdır. Devrimci, bu sorumluluklarını yerine getirebilmek için, birincisi, bunun karşılığı olan bedelleri göze almalı, ikincisi yaşamını bu sorumluluklarını yerine getirebilecek şekilde disipline etmelidir. Eğer yaşamını buna göre disipline etmiyorsa, onun halka, devrime, örgüte, sosyalizme karşı sorumlulukları da lafta kalmaya mahkumdur. Düşüncesi, niyeti ne olursa olsun, bu sonuçtan kaçınamaz. Yaşam disiplini ve devrimci disiplin, birbirinden ayrılamaz. Devrimci disiplin, en özlü tanımıyla nasıl yaşayacağımız, nasıl çalışacağımızdır. Bu, hayatın her alanında, ne zaman yatıp, ne zaman kalkacağımızdan, neyi, ne zaman yapacağımıza, hangi araçları nasıl kullanacağımıza, hangi işleri nasıl örgütleyeceğimize kadar uzayıp giden bir olgudur. Bir devrimci için disiplin, ne sadece günlük yaşamıyla, ne sadece eylemlerle sınırlanamaz. Yaşam disiplini ve devrimci disiplin, birbirinden ayrılamaz. Yaşam disiplini yoksa, devrimci disiplin de olmaz. Disiplin, bilgidir, bilimselliktir. Bir işin ne zaman, nasıl, hangi araçlarla yapılacağını bilmektir. Devrimci disiplin, çalışma programından ayrı olamaz. Bir çalışma programı ancak bir disiplinle hayata geçer. Aksi halde, hiçbir programın anlamı yoktur. Disiplinin olmadığı yerde, bir programdan, plandan da sözedilemez. Varsa da laftadır, göstermeliktir. Disiplinin olmadığı yerde yürütülen faaliyetlerden, yapılan programlardan hiçbir sonuç alınamaz. Kazara bazı sonuçlar alınsa bile, bu kalıcı değildir, tesadüfidir. Programlı, planlı olmakla, disiplinli olmak, birbirine bağlıdır. O kadar bağlıdır ki, biri yoksa, kesinlikle ötekinin de olmadığından emin olunabilir. Hep söylüyoruz ve elbette söylemeye devam edeceğiz: Devrimcilik bir yaşam biçimidir. Bunu, özellikle, düzen içi bir yaşamı, devrimcilik, solculuk diye pazarlamaya kalkışan reformistlere karşı sık sık da tekrarlıyoruz. Fakat devrimciliğin bir yaşam biçimi olması, siyasal olarak, örgütsel olarak değil fakat, kişisel olarak kendi içimizde de zaman zaman dejenere edilebilen bir anlayıştır. Devrimcilik bir yaşam biçimidir; evet. Fakat nasıl bir yaşam biçimi? Devrimci saflarda olmak, devrimciliği tercih etmiş olmak kuşkusuz çok önemli, çok değerli bir tercihtir; fakat bu, devrimciliğin "otomatikman" bir yaşam biçimi haline dönüşmesi anlamına gelmez. Devrimci saflarda yeralmaya başlamakla, devrimciliği bir yaşam biçimi haline dönüştürmek arasında bir zaman geçer genellikle. Bu zamanın hızlı veya yavaş olması, devrimcilik tercihindeki etkenlere, düzenden taşınan alışkanlıklara, tercihin gücüne bağlıdır. Disiplin, yaşamı devrimcileştirmekte en kilit yanlardan biridir. Düzen yanımızın devrimcileşmeye karşı direnişi, kendini en fazla disiplinsiz, kuralsız bir yaşam isteğinde gösterir çünkü. Bizi düzene çeken disiplinsiz bir yaşamla, bizi devrimle daha fazla bütünleştirecek olan disiplinli bir yaşam tarzı arasında bir çatışma sürer. Bu çatışma, aslında bizim içimizdeki devrim-düzen çatışmasının bir yansımasıdır. Bu çatışma, kuşku yok ki, oligarşiye karşı sürdürdüğümüz kavgadan ayrı ve bağımsız değildir. Örgütü oluşturan kadrolar, yöneticiler, bu savaşı kazandıkları ölçüde, örgüt, düşman karşısında daha da güçlenmiş olur. Örgüt, bir anlamda bu çatışmada mevziler kazanıldıkça "çelik çekirdek"e dönüşür. Disiplin işte bu çelik çekirdeğin özüdür. Eğer yukarıda sözünü ettiğimiz çatışma yoksa, bu olumsuz bir durumdur. Orada düzen, bir şekilde kendi statükolarını oluşturmuştur. Orada, sıradan olanla devrimci olan, düzene ait olanla devrime ait olan, birbirine karışmıştır. Disiplinsizlik, burjuvaziyi sevindirir, örgütü güçsüzleştirir Örgütsel işleyiş, örgüt içi demokrasi solda çok tartışılan konulardan biridir. Çeşitli siyasi hareketler, reformizm kulvarına kayıp, düzeniçileşirken, en çok saldırdıkları konulardan biri de devrimci disiplin olmuştur. "Stalinist disiplin", "birey yaşamlarını ortadan kaldıran örgüt disiplini" gibi söylemlerle, bir örgütü felç edecek "burjuva bireyci ve özgürlükçü" anlayışın kapılarını ardına kadar açmışlardır. Nitekim ilk felç olan da kendi örgütlülükleri olmuştur. Oysa disiplinin hangi süreçte nasıl şekilleneceği, keyfi olarak belirlenmez. Che'nin bir sözü var; diyor ki: "... devrimci mücadelenin biçimleri ve yöntemleri kişilerin iradesi tarafından değil, bütün ilişkiler içinde somut, nesnel ve öznel koşullar ve gerici egemen sınıfların direnci tarafından belirlenmiştir." Disiplini belirleyen de oligarşiyle savaşımızdır. Bu savaşın ihtiyaçlarıdır. Disiplinsiz yaşamı burjuvazi ister. Bohem, ne zaman yattığı, ne zaman kalktığı belli olmayan, düşünmeyen, kendinden başkasını hesaba katmayan, bencil bir yaşam tarzı, devrimcilere değil, burjuvaziye, küçük-burjuvaziye aittir. Burjuvazi böyle yaşanmasını teşvik eder. Çünkü, bilir ki bencillik, böyle ortamlarda serpilip gelişir, kendi iç disiplinini sağlayacak bir iradeye sahip olamamak, herhangi bir örgütlenmeyi, ezilenleri güçsüzleştirecek etkenlerden biridir. Bohem yaşamın ideologu burjuvazidir ama burjuvazinin kendisi üretimde, faaliyetlerinde, çalışma alanlarında sınıfının çıkarlarını titizlikle koruyacak katılıkta bir disiplin uygular. Devrimci bir örgüt için sık kullanılan tanımlarda belirtilen "düşmanın darbelerine karşı koyabilecek, her şart altında mücadeleyi sürdürebilecek" bir örgüt olmak, gerçekten çelik gibi bir örgütsel disipline sahip olmaksızın mümkün müdür? Disiplinsizlik, örgütü tahrip eder. Her türlü zaaf gibi, disiplinsizliğin yol açtığı etkiler de sadece o disiplinsizliği yapan kişiyle, ve onun birimiyle sınırlı kalmaz. Disiplinsizliğin diğer birimlere yansıyışı, işleyişi aksatması, tüm diğer zaaflardan daha fazla ve daha etkilidir. Tüm kadrolarıyla, taraftarlarıyla, militanlarıyla, birim ve alanlarıyla birbirine bağlı bir zincir gibi düşünmemiz gereken örgütsel yapıda, bir yerdeki aksama, hemen veya daha sonra, ama mutlaka, başka birimlerdeki çalışmaları da aksatacak, aksaklıklar, bir yerde önü kesilmediği takdirde, katlanarak büyüyecek ve örgütü güçten düşürecektir. Örgüt, hayatın çeşitli alanlarında örgütlenmeyi, mücadeleyi geliştirmeye harcayacağı enerjiyi, kendi iç disiplinini sağlamak için harcamak zorunda kalacaktır. Şunu çok açık bilmeliyiz ki, her disiplinsizlik, oligarşiyi sevindirir. Şu veya bu disiplinsizlikten oligarşinin, hatta örgütün de haberi olmayabilir. Ama bu yine de o disiplinsizliğin "düşmanımızı sevindiren, örgütümüzü güçsüzleştiren" bir olgu olduğu gerçeğini değiştirmez. Değişmez bir sonuçtur ki; ilkesiz, kuralsız, disiplinsiz bir yaşam, düşmana hizmet eder. İşte bu noktada, sonuç olarak oligarşiye hizmet edeceğini bildiğimiz bir davranış, hiçbir gerekçeyle, hiçbir koşulda masumlaştırılamaz. Disiplin ve onu oluşturan kurallar, ilkeler, mücadeleyi, örgütü ve devrimi geliştirmek içindir. Disiplinin mantığı budur. Devrimci disiplini, karşı-devrimci bir örgütlenmenin disiplininden ayırdeden de budur. Devrimciler, disiplini uygularken, biçimsel kurallara, tüzüklere uyma kaygısı değil, bu kaygıyla hareket ederler. Bakın, uzun zaman önce "Yolun Neresindeyiz" adlı broşürümüzde şunu belirtmiştik: "Mücadele içinde şekillenmemiş bir örgütte, örgüt bilincine ve iktidar sorumluluğuna sahip olmaktan uzak insanların davranışlarını ve zaaflarını hiç bir tüzük maddesi disiplin altına alamaz." Yani disiplinin temeline, biçimsel tüzükler, kurallar değil, "örgüt bilincine ve iktidar sorumluluğuna sahip olmak" konulmuştur. Herkesin örgütün bir parçası, iktidar mücadelesinin bir parçası olduğunun farkında ve bilincinde olması, disiplinsizliklerin yaratabileceği sonuçları da kavramak demektir. Devrimci, hiç kuşku yok ki, bir çok özelliğe birden sahip olmak zorundadır. Disiplin de onlardan biridir ve bunlar peşpeşe sıralandığında, gözümüzde büyüyebilir. Hayır, bütün bu özelliklere sahip olabilmek için, sonsuz bir güçle devrimi istemek, dünyayı fethetme hırsı, iddiası ve coşkusuna sahip olmak yeterlidir. Eğer bunlara gerçekten sahip olur, bunları içselleştirebilirsek, disiplinli de oluruz, programlı da çalışırız, paylaşmasını da biliriz. Sorun disiplinsizliklerin olması değil, bunlara karşı savaşılıp savaşılmamasıdır! Disiplinsizlikler, hemen her birimde şu veya bu düzeyde olacak, şu veya bu biçime bürünerek kendilerini göstereceklerdir. Eğer sürekli yeni insanları devrim saflarına katıyorsak, bu doğaldır. Çünkü onlar, saflarımıza olumlulukları ve olumsuzluklarıyla gelirler; düzenden taşıyacakları olumsuzlukların başında da disiplinsizlik gelir. Bu anlamda, bir birimde disiplinsizliğe rastlanması değildir asıl sorun; asıl sorun, disiplinsizliklerin meşru görülmesi, kanıksanması ve bunlara karşı savaşılmamasıdır. İşte kadroların, yöneticilerin disiplin konusundaki kendi davranışlarının ve anlayışlarının önemi de burada ortaya çıkar. Yönetici, disiplin meselesini, kendi zaaflarını örtbas edecek şekilde de ele alabilir, ki o zaman o birim için çok daha olumsuz bir süreç sözkonusu olacaktır. İşleyiş öyle şekillendirilmeli ve öyle bir kültür yerleştirilmelidir ki, disiplinsizlik, kendine uygun bir zemin bulamamalıdır. Disiplinsizliğe eğilimli olan bile, kendini o alanın, birimin, diğer yoldaşlarının gösterdiği disipline uydurmak zorunluluğunu hissetmelidir. Disiplinli olmayan biri, disiplini sağlayamaz. Bu anlamda bulunduğu birimde, alanda disiplini sağlayamama gibi bir sorunla karşı karşıya olan her kadro, yönetici, sorunun çözümüne kendinden başlamalıdır. Sorunun çözümüne kendinden başlamayan, yani disiplinsizlikte ısrar eden bir kadro ve yönetici, kaçınılmaz olarak liberalleşir. Kendi disiplinsizliğinin tartışma konusu olmaması için, o da başkalarının disiplinsizliklerine göz yummaya başlar... Diyelim ki yönetici programsız ve disiplinsizdir. Yaratan, örgütleyen, üreten değil, adeta boş bir günlük yaşamı vardır. Bir programı var görünüyorsa da onu uygulayacak bir iradeden ve disiplinden yoksundur. O yönetici illegaliteye sığınarak bir süre için disiplinsizliğini, programsızlığını, boşluğunu altındaki insanlardan gizlemeye çalışabilir. Ama illegalitenin en sıkı koşullarında bile bunlar önünde sonunda açığa çıkar. Disiplinsizliklere prim vermek ise, bir kadro ve yönetici için ve elbette örgüt için, asla içine düşülmemesi gereken bir zaaftır. Çünkü buna prim vermek, örgütlülük içinde anarşist, bireyci eğilimleri güçlendirmek, örgütün işleyişini bir anlamda kendiliğindenciliğe terketmektir. Disiplinin ve gerek yukarıdan aşağıya, gerekse de aşağıdan yukarıya denetimin zayıfladığı bir örgütte, pek çok zaaf da bu ortamdan beslenir, büyür ve yayılır. Disiplinli olmaya çalışmak aslında, burjuva ideolojisinin, düzenin üzerimizdeki kalıntılarına karşı da savaşmaktır. Şu açıktır ki, düzen alışkanlıklarıyla, düzene karşı savaşılamaz. Başka deyişle, eski kültürle eski kültür altedilemez. Bu anlamdadır ki, bizim kendi içimizde düzeni yenmemiz, kendi içimizde eski kültürü yokederek yenilenmemiz, burjuvaziye karşı savaşta bir mevzi kazanmamız, düşmanımıza kendi cephemizden ilk ama önemli darbeyi vurmamız demektir. Bir ajan, disiplinsizliğin, laçkalığın cirit attığı bir örgütte çok daha rahat kendini gizleyebilir değil mi? Bir provokatör, böyle bir ortamda çok daha rahat provokasyon yapabilir değil mi? Tek tek kadroların ilkeli, disiplinli bir yaşam biçimine sahip olması ve buna bağlı olarak ilkeli, kurallı, disiplinli bir örgütsel ir önem atfettiği açıktır. işleyişin hakim kılınması, ajanlara da, mücadelemizi ve örgütlenmemizi engelleyecek zaaflara da kapının baştan kapatılması anlamına gelecektir. Disiplin bu anlamdadır ki, örgütün olumsuzluklara, karşı-devrimci girişimlere, küçük-burjuva zaaflara karşı kapısıdır. Bu kapı aralık bırakıldığında, oradan her türlü melanet girer. Kimin ne zaman ne yaptığının, ne yapacağının belli olduğu, eylemlerin örgütlenmesinden eğitim faaliyetlerine, ilişkilerden örgütlenmeye kadar her şeyin şekillenmiş olduğu bir örgütlülük tarzı içinde, doğal bir denetim de sağlanmış olacaktır. Böyle olduğunda, mücadelemizi, örgütlenmemizi gerileten, zayıflatan her şey, "vücudun kabul etmeyip dışarı attığı bir madde gibi" yaşamımızdan dışarı atılacaktır. * Disiplinli olmaya çalışmak aslında, burjuva ideolojisinin, düzenin üzerimizdeki kalıntılarına karşı da savaşmaktır. Şu açıktır ki, düzen alışkanlıklarıyla, düzene karşı savaşılamaz.

17 Kasım 2008 Pazartesi

çağrımızdır

 

 

Değerli dostlarımız…

Bildiğiniz gibi 19 Ağustosta,kitlelerin,işçilerin örgütsüzlüğüne,yalnızlığına ve yalnızlıktan gelen güçsüzlüklerine güvenip direnişçileri sindirmeye,hayata tutundukları tek dal olan işlerini elinden alma yoluna başvurdular.

Aylarca aynı ücreti aldıkları ve insancıl olmayan ortamda çalıştıkları için tepki gösteren her işçi gibi bizde atıldık.

Biliyorlardı ki bizler 11 kişiyiz,çoğumuz evli,nişanlı,ailesine bakıyor,kira ödüyor,hepsinin borçları,kredisi bulunuyor.Bir avukat ücretini bile karşılayamazlar,zaten uğraşmazlar bile..

Diye düşündüler.

Düşündükleri gibi de oldu.

11 kişiden sadece 6’sı işten atıldığının bilincinde oldular.

Ancak 3’ü direnebiliyor.

 

Değerli dostlarımız…

Bizler iş aramıyoruz.Bizler kendimizi bundan sonraki iş yaşamımızda bir call center’da çalışma ihtimalini dahi yok ettik.Tüm şirketler teker teker adımızı fişledi bile.

 

Ama işçi sınıfının bir parçasıyız biz.Bu direniş o kadar önemli ki.

O kadar değerli ki….Burada kazanamayacak gibi görünsek de,inanın kazandık bile.

İşinizde ahlaksızlık,işi kötüye kullanma,hırsızlık yapmıyorsanız sizi işten çıkaramazlar,%50 patronun’sa bir şirket,% 50 de işçinindir.Bu bilinci herkes oluşturmalı.

Başka iş bulmak çare değil,kendi bulunduğunuz yeri dönüştürmek ve insanileştirmektir asıl önemli olan.

Biz 21 kişilik diğer listeyi orada kalarak durdurduk.

Yanımıza 21 kişi daha koymamak için çıkarımları durdurdular.

Biz dışarda görünmez bir baskı unsuruyuz.

Açlık grevini geciktirme nedenimiz; hata yapmamak,eylemleri kitleselleştirmek ve mükemmel bir organizasyon ile ülke çapında ses getirmek.

 

Basın açıklamaları,yürüyüşler,mitingler,Ankara oçm de basın açıklaması,444 1 444,444 0 375 numaralarına protesto çağrıları gelmesi için toplu maıl şirketleriyle anlaşıyoruz,1 milyondan fazla mail 1 seferde gönderiliyor.Ayrıca binlerce el ilanı,gazete ilanıyla türktelekom teşhir ediliyor.

Her gün onlarca kişinin katılımını örgütlüyoruz.

Açlık grevi sürecinde tüm medya bizden bahsedecek.

Hat iptal kampanyaları başlatılacak belki de.

 

Değerli işçiler.

Yeni GSS yasası,ülkenin işçi şartları açısından sürekli geriye gidişi,sendikasızlaştırma girişimleri,şirketlerin işçi birliklerini kırarak onların ortak ve insani talepler etrafında birleştirmeme çalışmaları ve daha onlarca negatif cümle kurulabilirken işçilerin çalışma ve örgütlenme şartları hakkında, ortaya çıkan tek yol,ailemizin ve çocuklarımızın geleceği ve insanca yaşam için örgütlenerek,sendikalaşarak,bir arada kalarak bizim olanı, hakkımız olanı kazanmaktır.

 

Bir şirketten diğerine geçmek değil,bulunduğunuz şirketi dönüştürmek zorundayız.

Şu anda yapmakta olduğumuz şey sadece sendikal örgütlenme değildir.Biz sendikanın tek başına örgütlülük olmadığının farkındayız.Amacımız aynı anda tek merkezden alınan kararların aynı anda ve eylemsel bütünlük içerisinde uygulanmasıdır.

Bu işçi disiplininin kazanımları sayesinde çalışma şartlarımız kesinlikle düzelecektir.

Şu anda Ankara ve İstanbul’da yapmakta olduğumuz şey budur.Ne olursa olsun sendikalı personel değil,örgütlü bir sendikalı işçi birliği oluşturma amacındayız.

BİZE KATILIN.

Ve emin olun bizim sessizliğimiz fırtınadan önceki sessizliktir.

Kurum bizimle görüşmediğine ve sizleri robot gibi çalıştırdığına pişman olacaktır.

Talepler listemizi iyi okuyunuz.Çünkü bundan sonra etrafında birleşeceğimiz odak o taleplerdir.

Artık susmak yok,konuşma sırası bizde…

Cesaret,daha fazla cesaretten başka bir ihtiyacımız yok…

Genç, ucuz, esnek ve örgütsüz

Genç, ucuz, esnek ve örgütsüz
Reşat Dal
Çağrı merkezleri teknolojideki hızlı gelişmelere ayak uydurabilen, çağdaş kurumlar olarak tanıtılıyor. Hakları için sendikalaşanlar ise kapı önüne konuyor
Her hangi bir kurumu aradığınızda karşınıza onlar çıkar. Aşırıya varan kibarlıkları ve akıl almaz sabırlarıyla müşteriyi memnun etmek için ellerinden geleni yaparlar. Çünkü onlar şirketin sesidir.
Telefonun diğer yanında ise bu kibarlık son buluyor, sabır kalmıyor. Baskı altında çalışmaya zorlanan ve her denileni yapmak zorunda olan çağrı merkezi çalışanları, haklarını aradıklarında ise kendilerini kapı önünde buluyorlar.
Son olarak İstanbul Bostancı Operatörlüğü Çağrı Merkezinde, Haber-İş Sendikası’na üye olan çalışanlar işten atıldılar.
Atılan işçilerden Özgür Çataltepe ve Tuncay Gülhan, çağrı merkezlerini şöyle tanımlıyorlar: “Genç, ucuz, esnek ve örgütsüz.” “Modern köle tacirliği” olarak tanımladıkları iş koşulları hakkında sorularımızı yanıtlayan Çataltepe ve Gülhan ile sendikalaşma mücadelesini ve yaşadıkları sıkıntıları konuştuk.

Çağrı Merkezi çalışanlarının görevleri nelerdir?
Tuncay Gülhan: Telefon üzerinden karşıdaki aboneye veya müşteriye hizmet verilen kurumla ilgili bilgilendirme yaparız. Arayan abonelerin şikayetlerini, dileklerini alır, istedikleri hizmet ile ilgili aboneye telefon, e-mail ve internet üzerinden hizmet sunarız.

Çağrı Merkezlerinde nasıl bir teknoloji kullanıyorsunuz?
Özgür Çataltepe: Çağrı merkezlerinde kullanılan teknolojinin adı; CTI’dır. Yani telefon ve bilgisayar teknolojilerinin entegrasyonu ile kurulan sistemlerdir. Gelen telefonların bağlanması da şöyle; çağrı merkezlerinin teknik altyapısı ve yapılan işle de ilgili olarak, genelde gelen çağrıları karşılayan çağrı merkezi disbiratörü vardır. Dağıtıcıdır. Çağrı, havuza gelir ve boşta olan müşteri hizmetleri temsilcisine otomatik olarak yönlendirmesi yapılır. Bu arada müşteri hizmetleri temsilcisi çağrı sayısını doldurmadan ara veremez.
Bazı çağrı merkezleri daha insancıldır, çalışanın nefes alması ve dinlenmesi için bir sonraki çağrıya kadar 5-10 saniye çağrı bekletme süresi verir.

Peki, herhangi bir rahatsızlık durumunda çağrıyı devretme hakkınız var mı?
Özgür Çataltepe: Çağrı merkezi çalışanı şirket tarafından şöyle kurgulanmıştır. Çalışana ayrılan 8.5 saatlik vardiyalar var. Yani kendisine ön görülen çağrı süresini doldurmak zorundadır. Bizim yaptığımız her şey kayıt altına alınır ve raporlanır. Mola saatlerinin dışında temsilci hastalansa dahi kesinlikle çağrı dışına çıkamaz veya başkasına devredemez.

Çağrı merkezlerinde çalışmak isteyen kişilerde hangi özellikler aranıyor?
Tuncay Gülhan: Genelde 18-24 yaş arası genç arkadaşlar tercih ediliyor. Kişide aranan özellikler birimlere göre değişken oluyor. ADSL, müşteri hizmetleri ve teknik destekleme ile ilgili birimlerdeki alımlar, öncelikle bilgisayar serfitikası olması ve teknik bilgi sahibi olması gerekiyor. Bundan sonraki evrede üniversite ve lise mezunları tercih ediliyor. Belli sınavlardan geçmesinin ardında işe başlayabiliyor.

Bize çalışma koşullarınızdan biraz söz eder misiniz?
Özgür Çataltepe: Bizim yaptığımız her işlem her konuşma kayıt altına alınır. Binanın içinde kameralarla da kontrol altına alınıyoruz. Çağrı merkezi, sosyal yaşantıyı öldüren bir iştir. 1 hafta 11.00-19.30 vardiyasına gelmişken, 1 hafta 20.00-04.30, 1 hafta gece 05.30-14.00 vardiyasında çalışırsın. Her vardiya değişiminde de 3-4 saatlik uyku ile çalışmak zorunda kalırsın. Ayrıca stresin yoğun olduğu bir iştir. Çağrı merkezi çalışanı günde 150-200 telefona bakıp, müşterinin sorunlarını, isteklerine cevap vermek zorundasınız. Zaten sorun yaşamayan abone aramaz, sorun yaşayan abone de yumuşak davranmaz. Bir çok zaman abonelerden bağıra çağıra hakaretler işitiyoruz. Bunun dışında sürekli oturduğumuz için kan dolaşımımız yavaşlıyor, bel, boyun ağrılarımız oluyor. Ondan sonra sürekli değişen yemek molalarımız nedeniyle yemek düzenimiz bozuldu. Reflü oldu bir çok arkadaşımız. Ayrıca psikolojik sorunları olmayan yok gibidir.
Tuncay Gülhan: Kendimden örnek vermek istiyorum, Evliyim, gece vardiyasında çalıştığım zamanlarda, çocuğumu göremiyorum, gündüz de kreş gittiği için göremiyorum yani izin günüme kadar bu böyle devam ediyor. Ailemle bir bütün olamadık. Yıllık izinlerimiz ise ancak iki hafta ama bunu da üst üste yapamıyoruz.1 hafta kışın diğer haftayı da yazın kullanabiliyorsunuz.

Ücretleriniz ve sosyal haklarınız nasıl?
Tuncay Gülhan: Ücretlerimiz patrona göre iyi fakat çalışana göre Türkiye standartlarının çok altında. Çağrı merkezleri, Avrupa’da yapılan araştırmaya göre Dünya’nın en ağır 4. mesleği olarak onaylanmış. Bu şartlarda bize verilen 630 YTL ücret buna performansa dayalı primi de (ücretin yüzde 20’sini geçmeyeceği şekilde ayarlanıyor) eklersek 730 YTL’ye tekabül ediyor.

Yemek, mola zamanlarınız nasıl ayarlanıyor?
Özgür Çataltepe: Çağrı merkezinde servis seviyesi denilen bir kavram var. Servis seviyesine göre belli süre içinde gelmesi muhtemel olan çağrılara yanıt verecek yeteri sayıda temsilci olması gerekiyor. Bu da robot sistemi (VFO) ile haftalık ayarlanıyor. Buna şunu da ekleyebiliriz, o gün bir maçın olması, havanın yağmurlu olması gibi nedenleri de göz önüne alınarak gelebilecek çağrılara göre ayarlanan bir sistemdir. Bu sisteme göre belli kişiler vardiyalara yerleştirilir ve o vardiyalar, saat aralıklarına bölünüp size dayatılır. Yani mola, yemek zamanlarımızı robot belirliyor. Tuvalette gitme zamanlarımızı dahi. Bu sistemin 6 milyon dolar alındığı şirket yetkilileri tarafından söylendi. Büyük teknolojik yatırım olarak söylenen bu sistemin, bize getirisi mola, yemek vs. zamanlarımızı robota ayarlamak oldu! Bir robota 6 milyon dolar veriliyor ama bizi 1 ay boyunca 630 YTL’ye çalıştırıyorlar.

Çağrı merkezinde bir kişi en fazla ne kadar süre çalışabiliyor?
Tuncay Gülhan: 1.5-2 sene çalışabiliyor. Günde ortalama 150-200 çağrıya cevap vermenin bize yansıması meslek hastalığı dediğimiz faranjit oluyor. Çalışanlar da mide ve kulak rahatsızlıkları, sürekli oturmaktan kaynaklı bel ve boyun ağrıları, 8.5 saat devamlı bilgisayar ekranına bakıldığı için göz bozuklukları yaşanıyor.
Bu yüzden çalışanlar fazla duramıyor. Çağrı merkezinde sürekli bir sirkülasyon oluyor. Patron her zaman elinin altında ucuz ücretle, kaliteli hizmet verecek genç arkadaşları tutuyor.

Çağrı merkezleri kamuoyuna farklı tanıtılıyor...
Özgür Çataltepe: Çağrı merkezlerinde birçok kariyer olanağının olduğu empoze ediliyor. Çağrı merkezlerinde kariyer meselesi kocaman bir yalandan ibarettir. Ama çağrı merkezlerinde çalışmak isteyenlerin şunu bilmesi gerekiyor. Sosyal, ailevi ve sağlıklı bir hayattan umudu kesmen gerekiyor.

Peki, müşteriler ile konuşmalarınız direktiflerle mi oluyor?
Özgür Çataltepe: Çağrı merkezlerinde asla bir rahatlıktan söz edilemez. Telefonlarda konuşmanız kurumsal kriterlere göre belirlenir. Şirket yaptığı işlerde hata da yapmış olsa siz kurumunuzu savunmak zorundasınız. Yani müşterinin sizi fırçalaması yanınıza kâr kalıyor. Süre konusunda ise, abonenin sorunu ne kadar fazla olursa olsun sizden istenen süre 2 dakika 2 saniye ile 2 dakika 8 saniye arasında sonuçlandırmalısınız. Yani 150 çağrı aldıysanız konuştuğunuz sürenin ortalaması 2 dakika olmak zorunda. Müşterilerin sorunlarına uzun cevap vermek zorunda kalırsanız bu hanenize eksi olarak yazılıyor.


Anayasal hakkımızı kullandık işten atıldık
Sendikal faaliyetin başlaması ve işten atılma sürecinizi anlatır mısınız?
Tuncay Gülhan: İşyerinde Şubat ayından itibaren sendikal faaliyetlere başladık. Yani Telekom grevinden sonra başladı. Biz de arkadaşlar olarak toplanıp toplusözleşme yapmak ve bir güç olmaya karar verdik. Ağustos ayına kadar çalışanları örgütleme çalışmalarımız devam ediyordu. Sendikal faaliyetleri duyan yöneticiler, 31 Ağustos itibari ile arkadaşlarımıza belgeler imzalatmak istediler. Bunun üzerine 2 gün yöneticilerle toplantılar yaptık ve sendikal faaliyetlerden dolayı kimsenin işten atılmayacağının garantisini verdiler. Ancak 19 gün sonra 11 kişinin çıkışını verdiler. İşten atma gerekçeleri de sendikal faaliyetlerden değil, “Üstlerine karşı gelmek”, “Kanunsuz eylem yapmak” gibi gerekçelerle çıkarıldık. Ama biz Anayasal hakkımızı kullandık ve sendikalı olduk.
Özgür Çataltepe: Bizim işe iademiz şu nokta da önemli, bu olay diğer çağrı merkezlerine sıçrayabilecek bir hareket niteliği taşıyor. Çağrı merkezlerine sendikayı sokmak hem çalışanların bir kazanımı olacak hem de Türkiye işçi sınıfının. Biz mücadelemize bir süre koymadık sonuna kadar direneceğiz ve mücadelemizi diğer direnişçi işçilerle dayanışma içerisinde gerçekleştirmeye çalışacağız.

İyi çeksin diye modemi çatıya koymuş!
Müşterilerle aranızda geçen ilginç diyaloglar var mı?
Tuncay Gülhan: Modem sattığımız bir müşteriyi arayarak, modem üzerinde bulunan link ışığının yanıp yanmadığı konusunda bilgi almam gerekiyordu. Ancak müşteri modemin ne olduğunu bilmiyordu. Uzun bir tariften sonra anladı ve “Ben onu iyi çeksin diye çatıya koydum” dedi. Bunu nasıl yaptığını sorduğumda, “internet ağır çalışıyordu, onun için çatıya koydum” cevabını verdi. Yağmur yağdığında su almasın diye de poşetlemiş ve uzatma kabloları ile bilgisayara bağlamış. Bir diğer abone ise modem sinyali çabuk alsın diye binanın altındaki ankastreye monte etmiş.
Özgür Çataltepe: Dediğim gibi bizde konuşma kriterleri vardır. Mesela abone Selamünaleyküm dediğinde biz iyi günler efendim demek zorundayız. Abonenin biri aradı ve Selamünaleyküm dedi. Bende iyi günler efendim dedim. Selamünaleyküm arkadaşım diye tekrarladı. Bende iyi günler efendim, size nasıl yardımcı olurum dedim. Sonrasında abone durdu ve bağırmaya başladı siz nasıl Müslüman kurumsunuz diye.
Başka bir abone de hatların dolu olmasından kaynaklı sürekli havuza düşüyor ve tele sekreterle bağlanıyor. Sonra abone bana düştü, bana sen robot musun dedi? Hayır, efendim dedim. İnanmadı ve robot olup olmadığımı test etmek için sorular sordu.1.5-2 dakika aboneyi robot olmadığıma ikna etmek zorunda kaldım.

THY’de taşeronlaştırma
Türk Hava Yolları (THY) çağrı merkezi de taşerona devrediliyor. AKP eski İstanbul il başkanının yönetim kurulu başkanı olduğu Asissit ve Vodatech şirketlerine devredilen THY çağrı merkezi çalışanlarının da ne olacağı belli değil. Bu taşeronlaşmanın aslında peşkeş olduğunu açıklayan Hava-İş de önceki gün yaptıkları eylemde taşeronlaşmaya karşı mücadele edeceklerini duyurmuştu.

Genç-Sen Yeni Akademik Yılı Mahkeme Kapısında Açtı

Genç-Sen Yeni Akademik Yılı Mahkeme Kapısında Açtı

İstanbul Valiliği'nin Genç-Sen hakkında açtığı kapatma davasının ikinci duruşması görüldü; dava 18 Kasım'a ertelendi. Mahkeme önünde eylem yapan Genç-Sen üyelerine destek veren Uras "Başbakan yine sıfır aldı" dedi.


“Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen’in ulusal ve uluslararası hukuki dayanakları açıktır. Bunları mahkemeye de sunduk. Ancak bizim asıl dayanağımız üyelerimizdir, öğrencilerdir. Genç-Sen duruşma salonlarında ve okullarda mücadelesini sürdürecektir.”

Valiliğin, öğrencilerin emek-sermaye ilişkisinde bulunmadığı gerekçesiyle sendika kurmayacağını söyleyerek kapatılmasını istediği Genç-Sen’le ilgili ikinci duruşma bugün Sirkeci İş Mahkemesi’nde görüldü.

Dava, tarafların gerekçelerini dinlemek için 18 Kasım’a ertelendi.

Mahkeme önünde basın açıklamasını okuyan Genç-Sen üyesi Gözde Mutlucan “12 Eylül’ün çocuğu Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK), üniversite harçlarına yapılan yüzde 10 zamma, ulaşım ve barınma sorunlarına karşı mücadelelerini sürdüreceklerini” söyledi.

Uras: Tayyip giriş dersinden yine 0 aldı

Başbakanın katıldığı üniversite açılışlarını protesto eden Genç-Sen üyeleri yeni akademik yılın açılışını mahkeme önünde yaptı.

“Biz de Başbakanı aramızda olmasını isterdik ancak gelemediler” diyen Genç-Sen üyesi Kıvanç Eliaçık kurdeleyi kesmesi için makası Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) Genel Başkanı ve İstanbul milletvekili Ufuk Uras’a verdi. 

Akademik yıl açılışlarının ardından giriş dersinin yapıldığını hatırlatan Uras “Bir ülkede sendika yoksa demokrasinin olmadığını, başbakanın giriş dersinde yine sıfır aldığını” söyledi. 

Sendikal mücadelenin önündeki engellerin kaldırılması gerektiğini belirten Uras "birgün ayaklar baş olacak, haramilerin saltanatı yıkılacak” dedi.

Basın açıklamasında konuşan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Süleyman Çelebi “Türkiye’nin hâlâ 12 Eylül hukukuyla yönetildiğini, demokrasi mücadelesi yürütenlerin bir yandan da mahkeme salonlarında savunma yapmak zorunda bırakıldıklarını” söyledi.

Eylemde direnişte olan Türk Telekom işçilerinden Özgür Çataltepe de kısa bir konuşma yaparak tüm direnişlerin birlikte sürdürülmesini istedi.

Mahkeme önünde toplanan yaklaşık 100 kişilik grup “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “YÖK kalkacak, polis gidecek, üniversiteler bizimle özgürleşecek”, “Birlik, dayanışma, öğrenciye sendika” sloganları attı.

Eyleme aralarında Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Genel Başkanı Sami Evren, Sosyalist Emek Hareketi'nden (SEH) Ertuğrul Kürkçü, Türk Tabipler Birliği (TTB) Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy, İsveç İşçi Sendikası temsilcileri, Türk Mühendis ve Mimarlar Odası Birliği (TMMOB) Genel Başkanı Mehmet Soğancı, Tersane Gemi Yapım ve Onarım İsçileri Sendikası (Limter-İş) başkanı Cem Dinç’in de aralarında bulunduğu çok sayıda sendika, meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri katıldı.



Haber Tarihi : 25.09.2008 Haber Editörü : Özgür Medya Haber Kaynağı : Bianet

THY'de İşten Çıkarılan Çağrı Merkezi Çalışanları Eylemde

THY'de İşten Çıkarılan Çağrı Merkezi Çalışanları Eylemde

Çağrı merkezlerinin başka firmalara devri anaşmasıyla 550 çalışanın işine son verildi. Hava-İş "Mağduriyetleri giderilene kadar mücadeleye devam" derken, çalışanlar iş yavaşlatıp, tüketicilerden de "protesto telefonu" etmelerini talep ediyor.

BİA Haber Merkezi - İstanbul

3 Ekim 2008, Cuma


Emine ÖZCAN

Türk Hava Yolları (THY) çağrı merkezi çalışanları çağrı merkezlerinin başka bir firmaya devredilmesi gerekçesiyle işlerine son verilmesini protesto ediyor ve tüketicileri de protestoya çağırıyor.

Türkiye Sivil Havacılık Sendikası (Hava İş) Genel Sekreteri Mustafa Yağcı süreci bianet'e anlattı.

"Bayram önce çalışanların işlerine son verileceğini öğrendik. Asıl amaç taşeronluk sistemini destekleyip insanları kölece çalışma şartlarına maruz bırakmak. Bir diğer amaç da çağrı merkezlerini şirket dışına çıkarıp maliyetleri azaltma sevdasıyla sendikalı, toplu sözleşmeli çalışanların haklarını ellerinden alıp sendikal örgütlülüğü dağıtmak, diğer alanlarda sendikalılara göz dağı vermek."

"Pazarlık gizli yapılıyor" 

Yağcı, sendika olarak THY yetkililerine başvurduklarını ancak şirkette kamu payının yüzde ellinin altına düşmesiyle kamu ihale yasası ve Meclis denetiminden çıktığını ve bu nedenle bütün pazarlılıkların kapalı kapılar ardında, şeffaflık olmadan yapıldığını söyledi.

550 çalışanın işine son verildi

Çağrı merkezlerinde 40'ı engelli kontenjanından olmak üzere 550 kişinin çalıştığı bilgisini veren Yağcı "Çalışanların, içine düştükleri duruma dair sosyal bir çözüm sunulmadan işten çıkarılması kabul edilebilir değil" dedi.

Yağcı şöyle devam etti:

"Vodatech ve Assistt adlı iki firmanın devralan olarak adı geçiyor. İkisinin de acente sertifikası yok. Assist şirketinin genel müdürü eski AKP İstanbul İl Başkan Yardımcısı. Seyahat Acenteleri Derneğinin verdiği bilgiye göre havayolu bilet satışının ilgili havayolu şirketi ya da seyahat acenteleri yetkili."

Yağcı'nın dikkat çektiği başka bir gelişme ise üç aylık devir geçiş sürecinde işlerine son verilen çalışanlardan çalışmalarının istenmesi.

"İşten çıkarılan biri bu motivasyonla nasıl özveri gösterebilir ki?" diye soran Yağcı çalışanların iş yavaşlatacağını aktardı.
Dün bir basın açıklaması düzenleyen çalışanlar tüketicilere de destek olmaları çağrısında bulundular.

"THY çağrı merkezi çalışanları sadece telefona bakmıyor. Havayolu bilet satışı ve rezervasyonu konusunda eğitim almış uzmanlaşmış bir ölçüde havayolunun bilet satışında en önemli payı olan kişiler. Havayolu müşterileri onlara kredi kartı bilgilerini Miles&Miles bilgilerini teslim ediyor."

"Tüketici de destek olsun" 

Çalışanlara destek olmak isteyenlerse, tüketiciler 444 0 849 numaralı telefondan çağrı merkezlerini arayarak Hava-İş'in belirlediği "Acil takım liderinizle görüşmek istiyorum. Halktan biri olarak, THY Yönetimiden çağrı merkezinin kapatılmamasını ve işçilerin işsiz bırakılmaması talep ediyorum" mesajını aktarabilirler.

Sendika tüketicilere "Takım liderini bekleyip hatta mümkün olduğunca fazla kalıp THY’nin bu insanlık dışı uygulamasının eleştirmenizi ve çalışanlarının sahipsiz olmadıkları konusunda uzun süre konuşmanızı rica ediyoruz" diyor.(EZÖ/EÜ)

 

SAYI VE ÖRGÜT / ahmet taner kışlalı / siyaset bilimcisi


Nasıl ki para; servet sahiplerinin, işveren kesimlerinin siyasal mücadeledeki en önemli silahı ise, sayı ve örgüt ise işçilerin ve onun da ötesinde geniş halk kitlelerinin gücünü oluşturur. Serveti olan her kişi, tek başına bile siyasal yaşamda etkili olabilir. Ama ücretli ya da dar gelirli toplum kesimlerinin siyasal yaşamda ağırlık taşıyabilmeleri, sayılarına ve örgütlenme düzeylerine bağlıdır. Teker teker hiçbir ağırlık taşımayan bu kişiler, kalabalık örgütler oluşturduklarında siyasal kararları etkileyebilirler.Hatta kendilerinden yana siyasal iktidarların ortaya çıkmasını sağlayabilirler.

 

Çoğulcu bir demokraside para işveren için ne ise, örgüt de işçi için odur. Sağlıklı bir güç dengesinin oluşabilmesi, iki tarafın da elindeki  mücadele aracını eşit koşullarda kullanmasına bağlıdır. Paranın siyasal amaçlarla kullanılmasına kapıları açarken,örgütlenmelere sınırlar getirirseniz denge bozulur.

Servet sahipleri siyasal yaşamda ağır basmaya başlarlar. Çıkarlarını ve görüşlerini yeterince savunamayan toplum kesimleri ise bunalıma itilmiş olur.Toplum çalkantılara gebe hale gelir.

 

Varlıklı toplum kesimlerinin oluşturdukları ‘kadro partileri’ az sayıda üyeden oluşan komitelere dayanıyordu. Çünkü birkaç topraksoylu ve kentsoylunun bir araya gelmesiyle

parti’nin masraflarını karşılamak olanaklıydı.

Oysa benzeri bir olanağı kendinden yana bir partiye sağlayabilmeleri için,on binlerce dar gelirlinin küçük ödentilerinin üst üste konulması gerekiyordu.

‘Sendikalar’ ve kitle partileri, emekçi ve dar gelirli kitlelerin siyasal yaşamdaki ağırlıklarının artmasında iki önemli aşamayı oluşturmuştur.Grev ve toplu  sözleşme hakkı sendikaların ,oy hakkının genişlemesi ise siyasi partilerin gücünü arttırmıştır.Sendikaların ve benzeri meslek örgütlerinin partilerle doğrudan ilişki kurmalarıyla da,para gücünün karşısına bir sayı ve örgüt gücü çıkmıştır.Çoğulcu demokrasiler işte bu dengenin üzerinde durabilmektedirler.Özgürlükler bu denge ölçüsünde gerçeklik kazanabilmektedir.

 

Sayı ve örgüt gücü,savaş teknolojisinin çok geri olduğu, teke tek çarpışmanın savaşların sonuçlarının belirlenmesinde  başrolü oynadığı dönemlerde,sayısal çokluk iç siyasette fazla bir ağırlığa sahip değildi.Siyasal çatışma,hemen yalnızca seçkinler arasında oynanan bir oyun gibiydi.Zamanla savaş teknolojisi geliştikçe sayının dış siyasetteki önemi azalırken,tersine iç siyasetteki önemi arttı.Tüm yurttaşlara eşit oy hakkının tanınmasıyla da, bu önem doruk noktasına vardı.

Bir görüşe göre; her bireyin tek oya sahip olduğu  bir siyasal rejimde,sayı gücü para gücünden daha büyük bir güce sahip olmaktaydı.Sağcı hükümetler bile.İktidarlarını koruyabilmek için  geniş halk kitlelerinin istem ve eğilimlerine öncelik tanımak zorundadır.Karşıt görüş ise,halkı etkileyecek kitle iletişim araçlarının para sahiplerinin denetiminde olduğunu,bu nedenle de onların çıkarları doğrultusunda yönlendirileceğini savunmaktadır.

 

Geniş halk kitlelerinin yeterince bilinçli ve örgütlü olmadıkları ortamlarda para gücünün  siyasal çatışmada belirleyici olması beklenebilir. Ancak,sendika,kooperatif,dernek ve nihayet siyasi partiler aracılığıyla  örgütlenmiş küçük ödentilerin bir araya gelmesiyle belirli bir parasal güç oluşturmuş kitleler söz konusu olduğunda durum farklıdır.Sayısal çokluk,ancak bilinçli ve örgütlü olduğunda toplumsal ve siyasal bir güce dönüşür.Yoksa,örneğin tek işveren karşısında tek işçinin,tek tüccar karşısında tek küçük çiftçinin hiçbir ağırlığı olamaz.Siyasal çatışmanın yalnızca seçkinler arasında geçtiği dönemlerde,bilinçsiz kalabalıkların  zaman zaman kendiliğinden oluşan ayaklanmaları bile, onlar lehine hemen hiçbir şeyi değiştirmemiştir.

Sayı mı yoksa örgüt mü daha önemlidir?Bu soruyu örgütsüz çokluğa karşı örgütlü azınlığın daha etkili olacağı biçimde yanıtlayabiliriz.Bunda birincinin bilinçsiz,ikincinin bilinçli olmasının rolü de büyüktür.Günümüz toplumlarında,kitleler örgütlendikçe  varlıklı toplum kesimleri de örgütlenmek gereğini duymaktadır.

Örgütlenmenin  siyasal yaşamda daha etkili olduğunun görülmesi,örgütlenmemiş toplum kesimlerini de örgütlemeye zorlamaktadır.Siyasal çatışma artık örgütler arası bir çatışmadır.

 

assistt ye ilk sunulan savunma

                                                                                                    Tarih        /         /2008

 

ASSİSTT AŞ YÖNETİMİNE

 

Değerli yöneticilerimiz…

 

Öncelikle bu eylemde vardiyasından çıkıp katılan arkadaşlarımızın tepkilerini OÇM personeli adına sahipleniyor ve bizde olsaydık katkı sağlama anlayışında olduğumuzu bilmenizi istiyoruz.Bundan dolayı bu bir suç ise biz bu suçu sahipleniyor ve ortak savunmamızı veriyoruz.Çünkü aynı fiil,aynı işyeri ve çalışma düzeninde yapılmakta olup ayrımı mümkün değildir.Bizler bir çalışanlar olarak birbirimizle ve sizlerle bir bütünüz ve bu bütün verdiğiniz bildirimdeki hakaretleri kabul etmemektedir.

Bu yapılanın adı bize göre eylem değildir, liderlik vasfı olmayan yöneticilerin tahrik’ine tepkidir…Eylem anlayışımız çok daha farklıdır.Ve biz bunu yapmayı benimsemediğimiz için dökümanlarda olan Cuma günkü eylem planından vazgeçmiştik.

 

31 temmuz 2008 Perşembe günü itibariyle OÇM İstanbul çalışanları OÇM’nin 30 metre yakınındaki çay bahçesinde daha önce olduğu gibi yaklaşık 20 kişilik bir grupla toplanıp assistt adına aldığımız maıl adreslerinden yöneticilerimiz olan Mustafa KESKİNKILIÇ’a ve Hüseyin ÖZDEMİR’e ulaştırılması için bir talepler listesini içeren mail atacak ve bilgi kısmına da toplantı katılımcıları yazılacaktı.Çarşamba günü bu arkadaşlar talebi iletme yolu olarak tepki vermek ve 30 dk’lık eylem yapmak suretiyle taleplerimizi üst yönetimden kimselere iletmenin etkili olacağını söyledi ve bu yönde aksiyon alınması kararlaştırıldı.Fakat bu sayıca fazla grubun kendi içindeki grubu ve tüm personeli temsil edecek yapıda 3 arkadaşın seçilmesi ve bu koordinasyon adına geçici karar alıp yönlendirmekle görevli kadro kendi arasında eylem yapmama ve sadece Perşembe günü toplanıp raporlama ve istek iletimi şeklinde bir duyuru planlamış ve herkesin imzasıyla bunu iletmenin iş bırakmaktan daha faydalı olacağı görüşünde birleşmişlerdir.Bu görüş gruba ve personele sunulmuş ve iş barışının önemi çalışan personelce de anlaşılmış ortak karar bu yönde olmuştur.

 

17:30 da vardiya sonuna yaklaşılırken bina bahçesinde bu vardiyanın çıkışı bekleniyordu.Ama daha önce iletilen takım liderlerinin davranış ve aslında işçi yararına olan belgeyi sunuş şekli,tavır ve davranışı kişilikli bir insanın kabul edemeyeceği sınırlara dayanınca anlık,son derece normal ve ilkeli bir tepki verilerek bu tehdit ve zorunluluk altında bırakılan MHY arkadaşlar 4441444 biriminde Başak adlı takım liderinin de ölçüsüz tepkisi ile tüm binada bir karşı duruş sergilemişlerdir.

“Ya imzalar ya gidersin”, “imzalamak zorundasın”, “senin taksitlerin var,ödemelerin var neyine güveniyorsun” ve daha bir çok kırıcı söz,davranış ve masaya yumruğunu vurmak ve çağrıyı f9 ile sonlandırmak girişiminde bulunan 444 takım lideri başak hanım ve diğer takım liderleri ortaya çıkan tepkinin tek sorumlusudur.

Siz değerli yöneticilerimizin insancıl yanına güveniyoruz ve düşünmenizi istiyoruz.OÇM’de ailesine bakmak için çalışan birçok kişi çalışıyor,bu işi kaldırabilecek yapıda olmasalar bile birçoğu zorunda olduğu için çalışıyor.Nasıl yetkisiz biri tarafından kovulmayı,bu mecburiyeti bilinen bir insana nasıl bu mecburiyeti hatırlatarak baskı uygulama davranışı içerisine girilebilir.

Bir insanın elinden bir çok şeyi alabilir,birçok konuda baskı uygulayabilirsiniz ama onların kişilikleri ve onurlarıyla oynarsanız davranışlarını,kişiliklerini bazen hukuk dışı bir yapıya yönlendirebilirsiniz.Bilmelisiniz ki “TAHRİK” diye bir kelime ve bu kelimenin alt yöneticilerimiz tarafından iş yerimizde kazandırdığı bir anlam ve davranışlar bütünü bulunmaktadır.Sizlerin taktir gücünüzün üstün olduğunu ve bu konuda sizlere güvenimizin tam olduğunu tekrar belirtmek isteriz.

 

20 Aydır aynı maaş düzeyinde ve maalesef gittikçe kötüleşen,gerçek değerleri ölçemeyen bir performans sisteminde çalışıyoruz.Birçok CC birincisi takım liderleri tarafından performansı açıkça düşürülmüştür,gece uyuya kalıp kendi takımında olduğu ve takımının performansını düşürmemesi için yazılı uyarsı ve “0” puanı verilmeyen agentlar bile bulunmaktadır.Bazılarının ailesinden birinin hastalığında acil izinler verilir ve rapor almaya yönlendirilirken diğerleri böyle bir geçerli mazereti ilettiklerinde ne zaman tamamlama yapacakları sorulmaktadır.Kuralların kişiye göre değişmediği bir şirket düşü bile  insanları tepki vermeye götürmekte yeterlidir bizim görüşümüzce.Tüm söylediklerimizin kanıtları mevcuttur.

 

 

 

İsim ……………………………………….imza   ……………………..birim……………………..

 

 

 

Sayfa 1

Grup toplantısında alınan maaş ve diğer konularda talepler eylem günü ve ertesi gün üst düzey yöneticilerle yapılan toplantılarda iletilmiş ve işçi temsilcilerinin yönetimde Hüseyin bey ve Mehmet bey’e tam güveni nedeniyle iş barışını sağlamak üzere işçi arkadaşlarla temas kurulup beklemeleri ve güvenmeleri istendi.Ayrıca performans ve bağlılığın,kurumu ve yapılan işi en yüksek derecede sahiplenerek öncekinden daha iyi performans sağlamanın da herkes tarafından kabul edilmesi gereken iş anlayışı olduğunu belirten mail ve yazı dökümanları mevcuttur.

 

Bizler tüm bunları yapmış ve tam güvenle işimizin başına dönmüşken hala bu baskı altında tutma,daha önce konuşulanları iş barışını yok saymanın hiçbir anlaşılır yanı yoktur.

Bu son savunma istemiyle iş huzurumuz ve güvenimiz sarsılmıştır.Herkes fişlenip yakın zamanda alınacak işçilerle yavaş yavaş tasviye edilme sürecine girildiğini düşünmektedir.Siz değerli yöneticilerimizden isteğimiz bu listeleme,açıklama isteme gibi uygulamalara son verilmesini sağlayıp gerçek manada işe dönmemize izin vermenizdir.

 

 

 

Bilmelisiniz ki bizler alın terimizin karşılığını kazanmak için çalışabilecek durumdayız.Hiçbir kimsenin korumasına  ihtiyacımız yoktur.Sizlerle ilgili ihtiyacımız olan tek istek; bizim burada huzurlu çalışmamızı sağlamanız ve CRM felsefesinin personel memnuniyeti ile başladığını tekrar hatırlamanızdır.Lütfen güvenin ve güven verin.İşimizi ve üretmeyi sevmeyi bir ödev olarak benimsiyoruz.Kurumumuza katkı sağlamak bizim için değerlidir.Bu değeri birlikte yüceltmek dileğiyle…

 

SAYGILARIMIZLA.

 

 

 

 

 

 

 

İsim ……………………………………….imza   ……………………..birim……………………..

Blog Listem

  • MARKS'TAN ÖĞRENİYORUM - MARKS VE LENİN'DEN DİN İLE İLGİLİ DEMEÇLER...Marksa Göre Din ve Yabancılaşma [Erdoğan Ahmet] Marks dinle ilgili sosyal şartların sebep olduğu yabancılaşmad...
    14 yıl önce

DİRENİŞ

DİRENİŞ
AÇLIK GREVİNİN 1.GÜNÜ

Katkıda bulunanlar

TEMİZLİĞE HOŞGELDİNİZ.

"İçinde yaşadığımız şehirler ölümün okullarıdır,çünkü gayri insanidirler.bu şehirlerin herbiri uğultunun ve leş kokusunun kesiştiği kavşaklar halini almıştır.herbiri binalardan oluşan bir kaos olmuştur.bu şehirlerin içine milyonlarcamız yığılarak,yaşama nedenimizi yitirmekteyiz.biz çaresiz,bahtsızlar..."

büyük temizlik başlayacak...
ruhunuzu vitrinlerden kaçırın,özgürleştirin ve temizlenin.
değiştireceğimiz koskoca bir dünya var...
Powered By Blogger

DİRENİŞ

DİRENİŞ
GÜNEŞİMİZ...

YENİ YILDAN BEKLENTİLERİNİZ

Etiketler

İzleyiciler

FİLMLER

  • 15-16 HAZİRAN
  • AMELİE
  • AMERICAN GANGSTER
  • EKMEK VE GÜLLER
  • FIGHT CLUB
  • GERMİNAL
  • JESSE JAMES
  • LEON
  • REZERVUAR KÖPEKLERİ
  • V FOR VENDETTA
  • ÖLÜM GEÇİRMEZ